(Aşağıdaki yazı KöZ gazetesinin 2002 Mayıs sayısında yayımlanmıştır.)
Savaşa Karşı Mücadele Burjuva Hükümetlerine Karşı Muhalefet Örgütleyerek, Yahut Pasif Direniş Göstererek Değil, İktidar İçin Devrimci Mücadele Yürütülerek Kazanılır.
İktidar için mücadelede devrimci bir partinin, enternasyonalist bir önderliğin zorunlu olduğu, en önemli sorunun bu önderlik sorunu olduğu bir kez unutulursa; işte o zaman böyle bir önderlik olmasa da, emperyalist saldırganlığa karşı bunu önleyebilecek “bir şeyler yapılabileceği” yanılsaması doğup güçlenmeye başlar; nitekim sık sık görülen budur. Tabii ki böylelikle “bir şeyler” yapılabilir. Ama bu yapılanlar enternasyonalist devrimci çizginin pasifizm içinde eridiği bir noktaya varır. “Devrimci bozgunculuk yapacak güçte değiliz, iktidar mücadelesi de veremiyoruz; bari pasifistlerle birlikte savaşın önlenmesi için birşeyler yapalım” demek, elbette “bir şeyler yapmak”tır; ama, bu yolla emperyalist savaşın önlenmesi için birşeyler yapılmış olmaz. Sadece savaşın burjuvazinin kontrolünde sona erdirilmesine katkıda bulunulmuş olur. Bu da aslında, kendiliğinden hareketlerin burjuva ideolojisine hapsolacağı saptamasının, bu somut durumda ifade edilmesinden başka birşey değildir.
Bu sorunun üzerinden atlayarak savaş karşısında pasifistlerle aynı saflarda “anti-militarist” eylemlere katılmak, ortak çağrılar yapmak, imza kampanyalarına katılmak vb. ister istemez, enternasyonalist ve devrimci bir tutumun silikleşmesine, giderek kaybolmasına hizmet edecektir; öyle de olmaktadır.
Peki bunlara hiç katılmamalı mı? Elbette hayır; tabii ki güçlü bir enternasyonalist ve devrimci işçi hareketi bu türden eylemlere katılır, dahası fiilen bunların başını bile çeker. Ama bunu yapabilmek için dahi bir yandan güçlü bir biçimde bozguncu bir faaliyeti yürütebiliyor, iktidar doğrultusunda bir mücadele vermenin umudunu temsil ediyor olmak gerekir. Öncelik bu yöne verilmelidir. Eğer fiilen enternasyonalist devrimci bozguncu bir ajitasyonu yürütecek kadrolara ve örgütlenmeye sahip değilseniz, öncelikle yapılması gereken bu bilinçle eğitilmiş kadroları örgütlemek, kadrolara bu bilinci taşıyabilecek bir propaganda faaliyeti yürütmek olmalıdır. Pasifizmle karışmış eylemlerin içinden bu bilincin ve bu bilince sahip kadroların kendiliğinden çıkabileceğini sanmak hayalciliktir.
Devrimci bozguncu bir faaliyetle iktidar mücadelesini birleştirebilecek güçte olmadığımız için emperyalist hükümetler üzerinde bir kamu oyu baskısı oluşturarak, savaşa karşı mücadele vermek demek, aslında bu gücü oluşturma imkanlarını baştan kaybetmenin en garantili yoludur.
Somut bir politikanın ancak somut muhataplara yönelik olarak ve uygun araçlarla üretilip ortaya konabileceğinin üzerinden atlayanlar çoğu kez politikasız kalmamak adına en olmadık politik tutumlara sarılmayı tercih edebilmektedir. Bu türden devrimcilerin en “şanslı” olanları, tarih boyunca hep haklı çıktığını savunmaya yetecek kadar doğru şeyler söylemiş ve hiç bir zaman büsbütün zarara uğramayacak ölçüde sınırlı örgütsel müdahalelerle yetinmiş olanlarıdır. Zira doğru şeyler söylemeyi başaramayanlar unutulur; yetersiz örgütsel temellerde “politikaya atılanlar” da “iktidarsızlık sendromuyla” anılmaktan kurtulamazlar.
Savaş karşısında tutum belirlerken, savaşa doğrudan doğruya müdahalede bulunabilecek bir örgütsel varlığın olup olmaması önemsiz bir ayrıntı değildir. Aksine, doğrudan doğruya savaşla ilgili ülkelerden sadece birinde bağımsız bir devrimci komünist örgütün varlığı dahi alınacak tutumu belirleyecek öneme sahiptir.
Enternasyonalist devrimci bir tutumun esası her zaman olduğu gibi, savaşta da çarpışan sınıf düşmanı güçlerden bağımsız bir politika izlemek olmalıdır. Bunun birinci koşulu da bağımsız bir devrimci örgütlenmenin varlığıdır. Böyle bir örgüt olmadığı takdirde bağımsız bir politikanın da olamayacağının saptanması soruna yaklaşırken anahtardır.
Kimileri, ‘yani savaş sırasında bağımsız bir örgüt yok diye tavırsız mı kalalım?’ diye soruyorlar. Elbette hayır; bu durumda da her zaman olduğu gibi tutumumuz hem emperyalistlerden hem de yerli sömürücü sınıflardan ve onların baskı aygıtı olan devletlerden bağımsız bir devrimci partinin yaratılması doğrultusunda olmalıdır.
Bugün Ortadoğu’da ve dünyanın başka yerlerinde de enternasyonalist devrimcilerin ortaya koymaları gereken en devrimci ve en sahici politika, devrimci kadroları devrimci bir enternasyonal’in inşası faaliyetine katma yönündeki somut öneri ve çağrıları olacaktır.
Kimileri bu dönüm noktasında emperyalizme karşı tavır almış olmalarını zaman zaman hatırlatılacak bir gurur vesilesi olarak saklayabilirler. Ama bunu hatırlayanların sayısı kendileriyle sınırlı kalmaya (hatta zamanla eksilmeye) devam edecektir. Asıl hatırlanacak olan ise bu dönüm noktasında da bir devrimci önderliğin yokluğu nedeniyle “bir tarihsel fırsatın” kaçmış olduğu ve kimsenin bu eksiğin giderilmesi yönünde somut bir müdahale yapmamış olduğu olacaktır.
Anti-Emperyalist Mücadelelere Destek mi Vermeli, Katılmalı mı?
Savaşa karşı mücadelede, pasifizmle hatların karışmasına yol açan tutumun bir benzeri de anti-emperyalist mücadeleler içindeki akımlarla hatların karışmasında kendini göstermektedir. Bu hatalı tutum, enternasyonalizm adına anti-emperyalist mücadelelerin desteklenmesi biçiminde ifade bulmaktadır. Bolşevizmin enternasyonalist geleneğini savunanlar “enternasyonalizmin soyut bir dayanışma duygusu”ndan ibaret olmadığını, bunun demokratik merkeziyetçi bir dünya partisi çatısı altında örgütlenmek ve bunun aracılığıyla bir mücadele vermek anlamına geldiğini hatırlamalıdır. Bu taviz verilmemesi gereken bir tutumdur; hele merkezciliğin, ulusal sosyalist ve popülist akımların bu kadar çok türediği koşullarda.
Ne var ki, bu doğru tutum da soyut bir formülasyon halinde kaldığı ölçüde anlamını yitirmektedir. Önemli olan bu tutumu her somut durumda somut bir biçimde dile getirebilmektir. İşte bunun sık sık rastlanan bir örneği “anti-emperyalist mücadelelere destek olma” anlayışında görülmektedir.
Enternasyonalist devrimci bir çizgiye bağlı olmayan, milliyetçi küçük burjuva popülist akımlar emperyalizme karşı mücadele edebilirler mi? Bu soruyu tartışmak bile abestir; çünkü bütün tarih bunun olduğunu, hatta daha çok bunun olduğunu göstermektedir. Tabii ki milliyetçi ve popülist akımlar da emperyalizme karşı savaşırlar ve savaşmaktadırlar; hatta burjuva akımların bile zaman zaman emperyalist güçlerle karşı karşıya düştükleri ve savaşmak zorunda kaldıkları bilinmektedir. Ama unutulmaması gereken, onların bu mücadeleyi kendi yöntemleriyle ve kendi hedefleri çerçevesinde yürüttükleridir. Bunlar enternasyonalist devrimcilerin ve proletaryanın mücadele yöntemlerinden ve hedeflerinden farklıdır, ve doğal bir evrim içinde, sözümona “devrimci dinamikler” ile devrimci bir çizgiye doğru evrilmeyeceklerdir; zaten evrildikleri de görülmemiştir. Görülen, tam tersine bu tür dinamiklerin bir proleter devriminin önünü tıkadığı, kesintiye uğrattığı, ulusal sınırlar içinde hapsederek boğduğudur.
Yine de bu tür mücadelelerde, bu farklılığı göz önünde tutarak, ve zorunlu kayıtları koyarak, bu akımlarla yan yana hatta bazan bir cephede emperyalizme karşı savaşmak mümkündür; gerekli olabilir. Ancak burada üzerinden atlanmaması gereken nokta “kayıtsız şartsız emperyalizme karşı olmak”la, “emperyalizmin karşısındaki güçlerle kayıtsız şartsız bir dayanışma içinde olmanın”, bunlara “kayıtsız şartsız bir destek vermenin” her zaman aynı anlama gelmediğidir.
Enternasyonalist devrimciler, her zaman ve her koşulda, kayıtsız şartsız emperyalizmin karşısında olmalıdırlar, elbette. Ama emperyalizmle savaşmakta olan bir başka akımla yanyana olmak ve ona destek vermek için kayıt ve şartları vardır.
Bunlardan birincisi, bu akımların mücadele içinde komünistlerin bağımsız örgütlenmelerine, dolayısıyla bağımsız bir politik çizgi doğrultusunda propaganda ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti sürdürmelerine engel olmamasıdır. Eğer buna engel oluyorsa, zaten bizim bağımsız enternasyonalist devrimciler olarak onlara destek vermemiz dahi mümkün değildir; bu durumda ancak onların kuyruğuna takılmamız söz konusu olabilir; buna da destek vermek değil, “kan vermek” denir.
İkincisi, bu akımların emperyalizme karşı savaşırken başka uluslar üzerinde bir ayrıcalık ve egemenlik kurma amacıyla yani bir tür ezen ulus milliyetçiliğiyle lekelenmiş olmamalarıdır. Eğer böyleyse, biz de bunlara destek oluyorsak, bütün ulusların kardeşçe bir arada yaşayabileceği bir dünya toplumu yaratma hedefini kendi ellerimizle dinamitlemiş oluruz.
Bizim tarihimizde, Kuvayi Milliyenin Kürt katliamlarına rağmen desteklenmesinin; Hindistan’ın kurtuluş mücadelesinde, Hindularla Müslümanlar arasındaki çatışmanın; Protestanlık ve Katoliklik kıskacındaki İrlanda trajedisinin; Vietnam/Kamboçya çatışmasının; Çin’de hükümet Afrika ülkeleriyle iyi ilişkiler kurarken, öğrencilerin afrikalı öğrencilere saldırmasının; sömürge iken aynı bayrak altında duran afrikalıların kendi milli marşlarına ve bayraklarına sahip olduktan sonra birbirleriyle savaşmaya başlayışlarının; Filistinlilerle Kürtlerin bugün karşı karşıya bulunuşlarının bir kez daha öğrettiği budur. Hatta metropollerdeki çevreci hareketlerin pis sanayilerin, ve sanayi atıklarının azgelişmiş ülkelere ihraç edilmesiyle rahat nefes alışlarının vb. gösterdiği de aynı şeydir.
Çağımızda insanlığın önündeki en temel sorunların çözümü için enternasyonalist ve devrimci bir bakış açısının lekelenmeden savunusu hayati önem taşımaktadır. Gerekli şartlar yoksa, milliyetçi ve popülist akımlara destek verilmemesi yahut verilemeyişi, emperyalizme karşı olmamak anlamına mı gelir? Elbette hayır. Emperyalizme karşı mücadele veren yalnız enternasyonalist devrimciler olmadığı gibi, bu milliyetçi akımlar da yegane anti-emperyalist güç değillerdir.
Kaldı ki, III. Enternasyonal’den beri ortaya konmuş kayıt ve şartlar enternasyonalizm anlayışımızın dolaysız bir ifadesidir. Madem ki bizim için enternasyonalizm soyut bir dayanışmadan ibaret değildir, madem ki somut bir örgütlenme anlamına gelmektedir, o halde bir anti-emperyalist mücadeleyle enternasyonalist devrimci bir dayanışmanın vazgeçilmez koşulu bu mücadelede kendi bağımsız örgütümüzle yer almak olmalıdır. Eğer mücadeleye önderlik eden akımlar, buna engel olmak istiyorlarsa, yapılacak şey kendi örgütlenmemizden vazgeçmek değil, bu örgütü milliyetçi saldırılara karşı da savunarak kendi bağımsız enternasyonalist çizgimizde emperyalizme karşı savaşmak olmalıdır.
Eğer anti-emperyalist bir mücadeleye önderlik eden milliyetçi akımlar, bir yandan emperyalizme karşı savaşıp bir yandan bir başka ulus üzerinde egemenlik kurmak istiyorlarsa, biz de kendi bağımsız örgütümüzle, hem emperyalizme karşı savaşabilmeli, hem de bu ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunarak diğerine karşı bağımsız örgütlenmesinden ve mücadelesinden yana tutum almalıyız.
Bütün bunları yapmaya kalktığınızda elbette, milliyetçi ve popülist akımlar her zaman olduğu gibi, saldırılarda bulunacaklardır. Nitekim böyle de olmaktadır. O zaman onlara destek vermenin de, onlarla mücadele etmenin de yolları bu somut durum içinde belli olacaktır. İşte bunun için de sağlam kadrolarla, dayanıklı ve güçlü bir profesyonel devrimciler örgütünün önceden yaratılması elzemdir.
Bu bakımdan, enternasyonalist ve devrimci bir çizgide yürüyen anti-emperyalist mücadelelerde sorun bu akımların desteklenip desteklenmesi çerçevesinde dönmemektedir. Sorun bunlarla birlikte ya da onlara rağmen kendi bağımsız örgütümüz ve bağımsız politikamızla anti-emperyalist mücadeleye katılmaktır. Bunun koşulları, yani bağımsız örgütlenme yoktur diye, varolanlara destek olmak, baştan devrimci bir enternasyonalin hiç bir zaman yaratılamayacağını teslim etmek anlamına gelir.
Enternasyonalist devrimcilerin tutumu bu konuda net ve açık olmalıdır. Örgütlü olduğumuz ölçüde ve örgütlü olduğumuz yerlerde bilfiil emperyalizme karşı mücadelelere kendi araç ve yöntemlerimizle katılmak, bunun olmadığı yerlerde ise, kendi örgütümüzü yaratmak için çalışmaya devam etmek…Bunun yerini alabilecek hiçbir enternasyonalist ve devrimci seçenek yoktur.
***
Bugünkü paylaşım kavgasının özü daha öncekiler gibi emperyalistler arası bir paylaşım kavgasıdır. Ancak ona özgül bir karakter veren boyut, emperyalistler arası paylaşım kavgasının sonuçlarını tayin eden savaşan taraflar dışındaki etkenler nedeniyle oluşmuş arızaların giderilmesinin ön planda bulunmasıdır. Bunun anlamı şudur: doğu Avrupa ve Balkanlar çerçevesinde; Kafkaslar’dan başlayarak Asya çerçevesinde (özellikle Çin ve Hindistan’a ilişkin olarak); Afrika ve Güney Amerika çerçevesinde; Kuzey Afrika’dan başlayıp Hazar Denizi çevresine ve hatta Afganistan ve Bombay’a kadar uzatılması mümkün olan bir Orta Doğu alanı çerçevesinde bir tashih ihtiyacı vardır.
Emperyalist bir savaşın galibi kim olursa olsun, mağluplarının kim olacağı savaştan önce bellidir: işçi sınıfı ve ezilen uluslar. Emperyalistler arasında yapılan bir barış kadar onlarla yapılan barış da son tahlilde adil ve ilhaksız bir barış olamaz. Daha doğrusu en fazla emperyalist savaşın kendisi kadar adaletli olur, çünkü emperyalist bir barış emperyalist savaşın sonuçlarının kayda geçirilmesinden başka bir şey değildir.
Filistin sorunu, Körfez savaşının ardından giderek artan bir tempoyla ilerleyen bir çözüm noktasına yaklaşmıştır. Kuşkusuz bunda FKÖ’nün tutumu ve «bağımsız» Filistin topraklarında sermaye düzeninin jandarmalığı rolünü sorun çıkarmadan yürüteceğine dair güvenceleri sunması önemli bir rol oynamıştır. Bu çerçevede ABD de İsrail’i makul bir noktaya çekme konusunda üzerini düşenleri yapacağının işaretlerini vermiştir. Netanyahu önderliğindeki Likud hükümetinin iş başına gelmesi ise bu süreci köstekleyen bir gelişme değildir. Unutulmamalıdır ki, bugüne kadar bütün kirli barış girişimleri İsrail’in başında Likud Cephesi’nin bulunduğu dönemlerde olmuştur; bu sefer de öyle olmaması için bir neden yoktur.
Filistin sorununun bugüne kadar Filistin davası için hayatlarını ortaya koyanları ve bu toprakların asıl sahibi olması gereken Yahudi, Hristiyan veya Müslüman Filistinli emekçileri değil, bölgedeki Arap burjuva diktatörlüklerini; onların arasında yer almaya hevesle hazırlanan FKÖ’yü; hem de İsrail devletini tatmin edecek bir çözüm pekala bulunabilir. Hamas gibi, bölgedeki başka burjuva devletleriyle bağlantılı akımlar bu emperyalist çözümün alternatifi değil, sonuçta bu çözüm sürecine yeni rakip güçlerin dahil olmasına hizmet eden/edecek olan etkenlerdir. Varolan güçlerden hiçbiri işçi sınıfının lehine bir sonuca imza atmayacaklardır. Bu basit doğrunun gereği olarak Filistin önderliğini destekleyen tutumlardan kaçınmak gerekir. İşçi sınıfını sürecin seyrini değiştirecek siyasal bir özne haline gelmesi için yerine getirilmesi gereken ödevleri hatırlamak gerekir. Devrimci bir siyaset doğrultusunda işçi sınıfını örgütleyip ona önderlik edecek devrimci partiyi yaratma sorumluluğunu üstlenmek ve varolan mücadeleye bu sorumluluğun azmiyle sarılmak şarttır.