Bu yazı Kasım-Aralık 2002 tarihli Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin 3. sayısında yayımlanmıştır
3 Kasım seçimleri belki de bu topraklarda düzen karşıtı olduğunu iddia eden, işçi sınıfı, ezilenler ve sosyalizmden yana olduğunu savunan adayların en çok ve çeşitli olduğu seçimlerin başında geldi. Türlü türlü reformist partiler düzenin halis partileriyle hesaplaşmak yerine birbirleriyle yarıştı. İlk kez sandığa giren TKP ismini taşıyandan, DEHAP gibi seçim partisine, birbirinden ayrı bağımsız aday kampanyalarından geleneksel boykot çizgilerine kadar türlü tutumlar ve biçimler sergileyen akımlar, seçim zemininde yer aldı.
DEHAP
3 Kasım seçimlerinde proletarya ve ezilenler adına siyaset meydanına çıkanların en güçlü temsilcisi DEHAP çatısı altında seçimlere giren, Emek Barış ve Demokrasi Bloğudur. Ama bunlar, bekledikleri başarıyı elde edemedikleri gibi, kendi iddialarının ve sınıf mücadelesini seçim sandığında görmeye çalışanların yaydığı safsataların aksine, bir umudu temsil etmemektedir. Sınıf mücadelesinde proletaryaya önderlik edecek özne DEHAP’ın arkasında değildir ve oradan çıkmayacaktır.
Zira seçim sürecinde DEHAP’ın arkasında duranların ellerindeki güç ve imkanları olduğu kadar, yığınlardan aldıkları desteği de sınıf mücadelesinde sınıf düşmanını alt etmek için kullanmadıklarını açık seçik göstermiştir. DEHAP’ın bundan sonra daha da güçlenirse eğer ne yapacağı da şimdiden belli olmuştur.
DEHAP sınıf mücadelesini kazanmak için proletaryanın güveneceği bir önderlik değildir; ki zaten böyle bir iddiası da olmamıştır. Boyuna posuna ve geçmişine bakarak bu hayale kapılanlar da dahil herkesin görebileceği gibi, sınıf mücadelesini kazanmak için güvenilecek bir odak değildir; aksine proletaryayı ve ezilenleri sınıf mücadelesine çıkmaktan caydırma misyonunu üstlenmiştir ve sadece bu mücadeleden kaçmak için yol arayanlara uygun bir yer olacaktır. Bunu kendi gözleriyle göremeyenlere göstermek, komünistlerin boynuna borçtur. Görmek istemeyen körleri ise kendi karanlık dünyalarında, karamsar hayalleriyle baş başa bırakmak en doğrusudur.
Sınıf mücadelesinin siyasi güçler arasında cereyan etmek zorunda olduğunu görmezden gelen ve DEHAP’ın arkasındaki siyasi güçlerin değil onun peşinden giden proleter yığınların önemli olduğunu ısrarla tekrarlayanlar, görmek istemeyen körlerin başında gelir.
DEHAP söz konusu olduğunda, bunların üstünü asıl örtmek istedikleri gerçek, DEHAP’ın oportünist bir ittifak olduğudur. Yani yığınları sermaye düzeni ve onun bekçisi olan devletle barıştırmak isteyen burjuva sosyalistleriyle burjuva demokratlarının partisi olduğudur. Kitleler bu kimliğin örtülmesini sağlamaktadır. Kitlelerin teveccühünü bahane gederek buraya yönelenler de DEHAP’ın bu kimliğini saklamak istemektedirler.
Vaktiyle Troçki, Rosa Lüksembourg gibilerin yanılgılarını tekrarlayan bu merkezciler, oportünizmin gözlerini bağladığı kitleleri bahane ederek, devrimcileri oportünizme karşı oportünistlerin zemininde mücadele etmeye çağırmaktadır. Bu gibiler Bolşevikler tarafından «halis oportünizmden daha az tehlikeli değildir» diye tarif ettikleri yanılgının tutsağı ve yayıcısıdırlar.
En etkili ve güçlü olan onlar olsa bile, tabii ki seçim zemininde boy gösterenler yalnızca DEHAP arkasında toplananlar değildir.
İlk defa bu seçimlerde işçi sınıfı adına sosyalizm için mücadele ettiğini söyleyen bu kadar çok parti olmuştur ve bunlardan her biri kendi boylarıyla orantılı hezimetlere uğramışlardır.
Örneğin, Kürtlerden ve devrimcilerden uzaklaştıkça daha fazla itibar göreceğini sanan ve bu yolda kanatlarından bir kısmını gözünü kırpmadan budayan ÖDP, adeta kanadı yolunmuş tavuk kadar sıçrayabildi. Geçen seçimlerde aldığının yarısına razı olmak zorunda kaldı. Bu seçim macerasından Sema Pişkinsüt ile birlikte devşirdiği hazine yardımını kapmanın tesellisiyle çıktı.
Onlardan güya «devrimci bir kopuşla» kopanlar sadece daha büyük bir denizde boğulmayı tercih ettiklerini ispat etmiş oldular. EMEP boyunun ölçüsünü kendi başına almaya bile cesaret edemedi. Bugüne kadar kitleleri peşine takmakla uğraştığı sendika bürokratları IMF’nin yanında çoktan beri rezerve edilmiş olan yerlere yerleşince EMEP, DEHAP’ın arkasında yer aldı. Böylece daha büyük bir hüsranı bir zafer gibi gösterme fırsatını elde etti.
TKP
Yakın zamana kadar TKP’nin adıyla bile barışık olmayan bir «gelenek»ten gelen SİP, bu seçimlere Kopenhag’dan gelen yardım sayesinde çaldıkları TKP isminin ardına saklanarak girmeyi tercih etti. DEHAP’la birlikte, oylarını arttırmayı başaranlar arasına girdi. Ama TKP isminin yüzü suyu hürmetine almayı umut ettiği oyları alamadı. TKP maskesi, yavuz hırsız kimliğini gizleyemedi besbelli. Çünkü sırf TKP ismi için ve bu sayede vitrinine dizdiği eski TKP’lilere hatta TKP adına sahip çıkanlardan bazılarının verdiği eleştirel desteğe rağmen TKP adına hürmet edenlerin büyük bir kısmı da onlara rağbet etmedi. SİP’in oyları bütün medyatik ve yasal avantajlardan yararlandıkları halde TKP’nin geçmişte CHP’nin peşine taktıklarının yahut sırf bağımsız adayları ile topladıklarının tırnağı kadar bile oy alamadı. Zor bela TİP’in 1977’deki oy oranını yakalayabildi.
İP
Sosyalizm ve işçi sınıfı ile ilişiği çoktan beri olmadığı halde İşçi Partisi adını taşıyan parti açıktan açığa kemalizme ve orduya şakşakçılık yaparak daha çok oy alacağını zannediyordu. AKP’nin yükselişine karşı tepkileri devşirebileceğini hayal ediyordu. İP oylarını üçe katlamayı başarsa bile, hayallerinin eteğine bile yetişmedi.
Kısacası reformistlerin cephesinde herkesin hayalleri ile orantılı birer hüsranı oldu. Hüsranlarının büyüklüğü ile doğru orantılı yeni hayallere daldılar.
Öncülükten Önderlik Konumuna Sıçramak İsteyenler Öncü Bir Rol Oynayamamıştır
Kitlelere önderlik etme iddiasında değilse de, bir öncü rolü oynayarak önderlik konumuna sıçrama iddiasında olan partilerin ise, parti gibi olmaktan ziyade parti edasıyla hareket ettikleri belli olmuştur.
Bu bağlamda DEHAP’ın çatısı altında erimek, yahut siyasete küskün yığınların kuyruğunda bir pasif boykot çizgisini benimsemek yerine düzeni teşhir etmek üzere kendi adayları etrafında bir seçim kampanyası yürüten ESP (Ezilenlerin Sosyalist Platformu) ve BDSP (Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu) gibi platformlar veya benzer kaygılarla öne çıkarılan devrimci adaylar etrafında yürütülen kampanyalara değinmek gerekir.
Düzenin yasal çerçevesine uymadıkları için seçimlere kendi parti kimlikleriyle giremeyen devrimci akımlardan bazıları bu konumlarını bahane ederek seçim zemininden yan çizmemekle doğru bir tutum göstermişlerdir. Böylece içinden çıktıkları geleneğin takıntılarıyla bir hesaplaşma yaptıklarını belli etmişlerdir. Bununla birlikte, bu geleneğin zaaflarının hepsinden kurtulamadıklarının göze görünmesine de fırsat vermişlerdir.
Her şey bir yana seçimlere bağımsız adaylarla katılan akımlar, bu tutumu adeta başkalarından sakınıp sırf kendilerine mahsus bir olumluluk olarak kalmasını istemiş gibidirler. Benimsedikleri tutumu başkalarına da önermek ve aynı seçtim taktiğini benimseyen ve aşağı yukarı aynı vurguları öne çıkaran bu akımlar seçim zemininde adeta birbirleriyle rekabet etmek üzere yer almış gibidirler. Bu bakımdan, diğer partilerden ve birbirlerinden nerede niçin ayrı olduklarını açık seçik ortaya koyamamışlardır.
Örneğin ESP’nin adaylarıyla BDSP’nin adaylarının (ve başka bağımsız adayların) neden birbirleri ile koordinasyon ve dayanışma içinde olmadıkları sorusu zihinleri kurcalamıştır.
Ama bu konuda zihinleri kurcalayan tek soru bu değildir. Bu adaylar etrafında düzeni teşhir amacıyla kampanya yürütenlerin, örneğin DEHAP etrafında toplananlardan seçim taktiklerine ilişkin olarak nerede ayrıldıkları da belirsizdir.
Halbuki ısrarla savundukları şey «önemli olan meclise girmek değildir» fikri değil miydi? O halde örneğin niçin ESP hiç sakınmadan kendilerine listelerde uygun yer gösterilmediği için DEHAP’ı desteklemekten vazgeçtiklerini açıklayabiliyor? Yani DEHAP «nasılsa hep birlikte baraja takılacağız, zaten önemli olan da meclise girmek değildir ESP’lileri de liste başı yapalım» deseydi. ESPyi destekleyenler bu oportünist ittifakın içinde mi yer alacaklardı? Daha önce EBÖB (1995 seçimlerinde HADEP etrafında oluşan oportünist blok) içinde başka türlü oportünistlerle birlikte ve liste sıralamasını hiç sorun etmeden yer aldıkları hatırlandığında, böyle düşünmek için yeterli neden vardır. Bu aynı zamanda bu seçimde tesadüfen DEHAP dışında kaldıklarını veya bir başka vesileyle o bataklıktan kurtulamayacaklarını düşündürüyor.
BDSP’nin durumu ise daha ilginçtir. BDSP sınıf mücadelesinin kilit sorunu dediği zindan direnişlerinin fiilen dışına düştüğü gibi, seçimlerde (başka konularda da olduğu gibi) zindan direnişlerindeki siper yoldaşlarıyla da apayrı mecralarda olmuştur. Buna karşılık seçimlerde aşağı yukarı aynı şeyleri aynı yöntemlerle yaptıkları halde diğer bağımsız adaylardan da ayrı durmakta ısrar etmişlerdir. Bu tablodan anlaşılan BDSPnin desteklediği adayların asıl öne çıkan yönleri herkesten bağımsız olma konusundaki ısrarlarıdır. Ama bu «bağımsızlık», aynı zamanda onların iddiaları ile uyumlu bir kapasiteye sahip olmadığının görünmesine de yol açmıştır.
Kitlelerin Sandığa Gitmemesi Devrimcilerin Bir Artısı Değildir
3 Kasım seçimlerini diğerlerinden ayıran başka bir fark da katılımın düşüklüğü oldu. 18 Nisan 1999’da yapılan bir önceki seçimlerde seçmen sayısı 37 milyondu. Bunlardan 32 milyonu oy kullanmıştı ve 31 milyon geçerli oy sayılmıştı. Bu seçime gelindiğinde seçmen sayısı 4 milyon artarak 41 milyona ulaşmıştı. Ancak seçmen sayısındaki artış oy kullananların sayısını değiştirmedi. Yine 32 milyon seçmen sandık başına gitti. Bir başka deyişle 1999’da oy kullanmayanların sayısı 5 milyonken bu seçimde 9 milyona yükseldi. Yüzde hesabıyla 1999’daki katılım oranı %90’a yaklaşırken 2002’de bu oran %70’lere kadar düştü.
Devrimciler arasında bu görüntüye bakıp da sevinenler az değil. Kitlelerin burjuva siyasetine olan ilgisinin azalmasına bakıp iyimserlik tabloları yaratanlar çoğunlukta. Özellikle seçim öncesinde boykot çağrısı yapanlar, siyasetlerinin ne kadar da isabetli olduğunu gösterebildikleri için memnunlar. Boykot çağrısı yapan devrimci gazetelerden biri olan İşçi Köylü’den okuyoruz:
“Halkın yaklaşık olarak yüzde 24,5 gibi bir oranı sandığa gitmedi, gitse de geçersiz oy kullandı. Bu oranın tamamının bilinçli bir protesto tavrı ya da boykot tavrı olduğunu ileriye sürmek abartılı ve subjektif bir yaklaşım olacaktır. Ancak bunu söylerken şunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Böylesi yüksek bir rakam içerisinde her ne kadar subjektif değerlendirmelerden kaçınmak gerekliyse de aynı oranda bu yüzde içerisinde bilinçli olarak bir tepki ve boykot eğiliminin de olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bu durum bizlerin ileriye sürdüğü parlamento seçimlerini boykot et yaklaşımının halkın kendiliğinden bilinciyle örtüştüğünü ve bu anlamıyla seçimlere yaklaşımımızda halkın ileri kesimleriyle ortak düşündüğümüzü, halkın ileri kesimlerinin istem ve arzusunu taktik politika olarak doğru tespit ettiğimizi göstermektedir. Nitekim gerçekleştirdiğimiz boykot çalışmalarında, kitlelerle girdiğimiz birebir ilişkide yaşadıklarımız zaten bunun seçim öncesi doğru bir yaklaşım olduğunu göstermişti. Seçim sonuçları ise komünistlerin taktiğinin doğruluğunu daha net gösterdi.”
İşçi Köylü yazarına göre komünistler kitlelerin istem ve arzularını taktik politika olarak tespit etti. Ama bunda iyi olan ne? O zaman komünistler onlara bir şey öğretmiyor onların siyasi düzeyinin ardında kalıyorlar demek değil midir? Eğer kitleler sandığa gitmemeyi biliyorlarsa, onlara komünistlerin önereceği eylem biçiminin daha ileri bir eylem biçimi olması gerekmez miydi? Sandığa zaten gitmeyen kitlelere “sandığa gitmeyin” demek, ardından da “bakın sandığa gitmediler” diyerek “demek ki taktiğimiz doğruymuş” sonucunu çıkarmak hoş bir felsefe olsa gerek.
Aynı yazıda seçimlere bağımsız adaylar çıkartarak katılan devrimciler de şu şekilde eleştiriliyor:
“Bir bütün olarak sol oylarda bir erime söz konusudur ve bu erime seçimlere giren, “seçimleri sosyalizmin ve devrimin bir aracı olarak kullanan”, “devrimci akla sahip” dostlarımızı evet dostlarımızı bir kez daha taktik politikalarını belirlerken “somut koşulların somut tahlili” değerlendirmesini iyi yapmaları gerektiğini göstermektedir. Gerçi buna pek ihtimal vermiyoruz. Çünkü seçimler öncesi her şey o kadar açıktı ki. Ancak gözleri kör olan ve düzen içi hayallere kapılanlar seçimlere katılarak devrimci çalışma yapmayı bir taktik olarak ilan edebilirdi. Biz “devrimci akla sahip” dostlarımızın esas olarak somut koşulları iyi tahlil edemediklerini ve bu yüzden boykot taktiğini kullanarak da devrim ve sosyalizm propagandası yapabileceklerini göremediklerini düşünüyoruz. Bizler bunu yaptık ve halk kitlelerinden olumlu tepkiler aldık. En azından onların düşüncelerine tercüman olduk. Bu bizler açısından olduğu kadar, halk için de önemlidir.”
İşçi Köylü yazarına göre adayları oy alamadığı için seçimlere katılan devrimciler yanlış bir taktik izlemiş, boykot çağrısı yapanlar ise seçmenlerin yüzde 25’i oy kullanmadığı için doğru bir taktik izlemiş. Demek ki eğer devrimci adaylar oyları alabilseler, İşçi Köylü de boykot çağrısı yapmayacak, devrimci aday çıkartacak. İşçi Köylü yazarı “aday çıkartarak oy alamayacağımızı önceden öngördüğümüz için, aday çıkartmadık” yani “somut durumun somut tahlilini” doğru yaptık diyerek demek istiyor.
Aday çıkartıp çıkartmamayı oy alıp alamama kriterine göre değerlendiren İşçi Köylü yazarına sormak istiyoruz: Eğer kitleler siyasallaşmış olsa, devrimcileri desteklese ve oylar da devrimci adaylara gidiyor olsa, İşçi Köylü o zaman boykotu değil milletvekili adayı çıkartmayı mı savunacak? Halbuki Bolşevikler tam da bu koşullarda burjuva parlamentoyu boykot etmeyi, emekçileri sovyetlerde birleştirmeyi bir taktik olarak belirlemişlerdi.
Devrimci bir parti önderliğinde düzenlenen kapsamlı ve eylemli bir boykot söz konusu değilken varolan tablonun tek bir anlamı olabilir: Kitlelerin devrimci olsun olmasın siyasetten uzaklaşması, siyasete olan ilginin azalması. Devrimcilerin güçsüz olduğu, bu kopuşu düzenin kurumlarını yıkma mücadelesine çevirecek devrimci bir partinin olmadığı koşullarda kitlelerin düzenden kopmasına sevinmek komünistlerin işi değildir. Bu kopuşun kendiliğinden devrimci bir duruma yol açması mümkün olmadığı gibi, kitlelerin siyaseten pasifleşmesi anlamına geleceği için devrimci siyasete yararı değil, zararı olacaktır. Gericilik dönemlerinin deneyimleri göstermiştir ve göstermektedir ki siyasetten kopan kitlelerin düştüğü boşluk böyle dönemlerde devrimci siyasetle değil, faşist örgütlenmelerce doldurulmaktadır.
Örneğin seçimlerde Cem Uzan gibi marifetleri ortada olan bir dolandırıcının şeref sözüne verilen yüzde 7 bunu göstermektedir. Üç günlük bir partinin yüzde 7 gibi bir oy oranına sahip olması siyasetten uzaklaşan emekçilerin faşist söyleme sahip partilerin peşlerine ne kadar kolay takılabildiklerinin en açık kanıtıdır. Devrimci siyasetin olmadığı yerde siyasete küskünlük faşizm ve yozlaşma doğurmaktadır.
Ortada komünistler açısından sevinilecek bir durum yoktur. İşçi hareketinin kendisine yönelik en kapsamlı saldırılara karşı en cılız tepkileri bile örgütleyemediği, onlara önderlik etme iddiasında olan devrimci hareketin kendi kan kaybına çözüm bulamadığı bu koşullarda önce bu tür iyimserlik tabloları yaratmaktan vazgeçmek gerekir. Bu tablolara itibar edenlerin de beklentilerinin kof olduğunu göstermek gerekir.
Komünistlere düşen görev meydanı faşist örgütlenmelere bırakmayacak siyasal ve örgütsel mevzileri yaratmak ve işçi kitlelerini onlara devrimci siyaset taşımak suretiyle siyasallaştırmaktır.