Bu yazı Eylül 2018 tarihili KöZ Gazetesinin 18. sayısında yayımlanmıştır. Ağustos 2018’de Türkiye Ekonomisinde yaşanan kur şokları ardından bu yazının anlam ve önemi oldukça artmıştır. Özellikle, sosyalist iktisat yazınında artan ekonomik kriz ve kriz yaygarası ve bu yaygara üzerinden ortaya çıkan AKP’den kurtuluş umudunun arkasında yatan siyasi sapmaları anlamak için bu yazıyı yayımlıyoruz.
Kendi sıkışmışlığını aşmak için Çin’den İran’a uzanan bir coğrafyada ticaret savaşlarını başlatan ABD’nin hedef tahtasına siyasi nedenlerden ötürü Türkiye’yi de oturtması Türk Lirasının başta dolar olmak üzere tüm ülke paraları karşısında hızla değersizleşmesine yol açtı. Ağustos ayı boyunca yaşanan değer kaybı 2001 ekonomik krizinde yaşanan değer kaybından daha büyüktü. Böylelikle son beş yıldır her fırsatta yeni bir ekonomik krizin çıktığını ilan edenler bu sefer kendilerinden daha emin olarak bir ekonomik krizin çıktığına hükmederek, Beştepe’nin önüne fırlatılacak yazar kasaları beklemeye başladılar. İşi bir devrim hükümeti edasıyla kriz karşısında alınması gereken acil çözüm önerilerini sıralamaya vardırdılar.
YAYGARA BÜYÜYOR
Oysa bir ekonomik krizin çıkıp çıkmadığını anlamak hiç de zor değildir. Burjuva iktisatçılarının kullandığı kriterler kullanıldığında dahi bir ekonomik durgunluktan söz edebilmek için ülke ekonomisinin en azından peşpeşe iki üç aylık dönemde küçülmesi gerekir. Halbuki Türkiye son dokuz yıldır, bir üç aylık dönem istisnasıyla, sürekli büyümektedir. Ekonomik bir kriz için ise sektörden sektöre yayılan bir iflas dalgasından ve işsizlikteki patlamadan söz etmek gerekir. Böyle bir durum da söz konusu değildir.
Bununla birlikte elbette bir büyüme de kendi başına krizin olmadığına veya olmayacağına delalet etmez zira kriz her zaman ekonomik faaliyetin ve büyümenin durmasıyla kendini göstermez. Aksine (İkinci Dünya Savaşı arefesinde ABD’de görüldüğü gibi) bir tür büyüme ve iktisadi faaliyetin artmaya devam etmesi krize karşı bir tür çare olarak da gerçekleşebilir. Böylesi durumlarda kriz alarmları çalmak nafiledir. Bu şartlarda kriz tellallığı yapmaktansa bu kapitalistler ve emekçiler için çöküş anlamına gelen çarelere somut olarak itiraz ve alternatifler sunmaktır. O halde bugün yükselen ekonomik kriz yaygarasının sebebi ne olsa gerekir?
TÜSİAD’IN BORAZANI OLARAK KRİZ EDEBİYATINI BÜYÜTENLER
Bugün Türkiye’deki kriz edebiyatının merkezinde TÜSİAD vardır. Zira TÜSİAD’ın temsil ettiği kesimlerin aleyhine, hükümetin kendi yarattığı ve destek aldığı kesimleri besleyip büyüten bu bağlamda istihdamın artmaya devam etmesini sağlarken ithalat ve borçlanmayı görülmemiş ölçekte büyüten bir ekonomi stratejisi söz konusudur.
On yıllardır uluslararası finans kapitalin belli kesimleriyle ve onların uzantısı olarak onlarla kader birliği yaparak serpilmiş sermaye kesimleri “bizim çıkıarlarımızla doğrudan doğruya uyumlu ekonomik politikalar uygulamazsak kriz çıkar” diyerek felaket tellallığı yapmaktadır.
Bu nedenle içinden geçtiğimiz dönemde Türkiye’de bir ekonomik krizin çıkacağı beklentisi asıl olarak hükümetin izlediği birikim/büyüme rejiminden zarar gören bu nedenle de rahatsız olan sermaye çevrelerinin ve onların uşaklarının, onların rahle-i tedrisinden geçen liberalinden sosyal demokratına her boydan iktisatçının propagandasının ürünüdür. Özü itibariyle de Amerika’nın ikinci paylaşım savaşı sonrasında kurduğu düzenin, 1970’lerdeki bunalım ve 1980’lerdeki borç krizi sonrasında yeni bir ayar çekilmiş halinin değişmez olduğu, kendi çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak dayatan Amerikan düzeninin ekonomik varsayımlarını nesnel bir ekonomi biliminin temellerini oluşturduğu kabulüne dayanır.
Bu anlayışa göre Türkiye, serbest piyasaya/küreselleşmeye dayalı ekonomi biliminin temel
yasalarının gerektirdiği şekilde hareket etmediği için iflasa mahkûmdur. Sorun böyle tarif edilince de krizin çözülmesi için yapılması gereken de sözümona rasyonel ekonomi biliminin gerektirdiği adımları atmak, merkez bankasını bağımsızlaştırmak, bütçe disiplinini sağlamak, ekonomiyi işin ehli uzmanlara bırakarak popülist siyasi manevralardan uzak tutmaktır.
AMERİKANIN KURDUĞU DÜZENİN ÇATIRDADIĞINI GÖREMEYENLER
Bu yaklaşımı savunanlar son beş senedir döviz kurundaki istikrarlı ve rekor düzeydeki artışlara karşın halen öngördükleri ekonomik krizin neden gerçekleşmediğini açıklayacak bir bilimsel namusa sahip olmadıkları gibi asıl krizde olanın Amerika’nın ikinci paylaşım savaşı sonrasında kurmuş olduğu düzen ve onun varsayımları olduğunun da farkında değildir.
Doların dünya parası olarak sürdüğü saltanatın temellerinin zayıfladığını dikkate almayanlar analizlerinin merkezine Merkez Bankası’nın dolar rezervlerini alıyor, dünya ekonomisindeki bir ekonomik yavaşlamanın ürünü olarak ortaya çıkan, enflasyonun tam tersi ve çok daha büyük bir problem olan, deflasyon tehlikesi bir karabasan olarak emperyalist merkezlere çökerken Türkiye’deki artan enflasyonu merkeze almak, Amerika’nın ‘‘ticaret savaşları’’ adıyla anılan yaptırımlarla aslında kendi bindiği dalı kesip Amerika dışında kalan emperyalistlere yeni alanlar açarken Türkiye’nin uluslararası planda tecrit olmasından söz etmek, Amerika’nın kurduğu IMF itibarını ve yaptırım gücünü toptan yitirmişken Türkiye’nin IMF programına muhtaç olacağını öngörmek bu körlüğün temel belirtileridir.
Bununla birlikte ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırımları peşpeşe yağdırması Erdoğan’ın varolan sıkışmışlığını elbette daha da büyütüyor. Hükümetin vurguladığı gibi bu yaptırımların ABD emperyalizminin çıkarlarından hareket eden siyasi yaptırımlar olduğu da doğrudur.
Bu yaptırımlar Erdoğan’ın siyasi tecridini arttırdığı gibi, Türkiye’ye akan fonların akışını kesintiye uğratarak Erdoğanlı Türkiye’yi onu seçmen tabanı ve yaslandığı sermaye grupları ile arasını bozacak ekonomik bir darboğaz içine sokmaktadır. Gelgelelim Türkiye Amerika’nın arka bahçesi değildir. Dünya çapında zaten iktisadi, askeri ve siyasi olarak zayıflamakta olan ABD Türkiye’de en büyük yabancı sermaye payına da sahip değildir. Bu nedenle Hollanda, Fransa ve Alman devletinin ve sermayesinin Erdoğan’ı karşısına almaması Türkiye’yi ABD açısından kolay lokma olmaktan uzaklaştırmaktadır. Amerikan emperyalizminin siyasi olarak zayıflaması Türkiye, İran, Brezilya, Venezuela gibi devletlerin uluslararası düzlemde daha cüretkar, maceracı politikalarda bulunmasına imkan tanıdığı gibi, Amerika’nın ekonomik açıdan zayıflaması ABD’yle uyumlu olmayan ekonomik yönelimlerde bulunan ülkelerin ekonomik kriz sopasıyla terbiye edilmesini güçleştirmektedir.
Kriz konusunda burjuva iktisatçıların tespitlerine takla attırarak krize karşı sözüm ona sosyalist-özünde ise sosyal devletçi/Keynesçi çözüm önerileri sunan solun bir başka açmazı daha bulunmaktadır. Vergilerin arttırılması, yandaş olsun olmasın ulusal sermaye grupları üzerindeki denetimin arttırılması, devletin yoksullaşmayı önleyici adımlar atması türünden çözüm önerileri zaten siyasi kıskaç içindeki hükümetin hali hazırda gündeminde olan adımlardır. Dolayısıyla bu tür adımlar aslında bir kriz efsanesi yaratarak “yeni bir milli kurtuluş mücadelesi verdiğini” iddia eden hükümetin değirmenine su taşımak anlamına gelecektir. Somut bir karşılığı bulunmayan, “sorunlarımızı çözmek, ekmeğimizi korumak için örgütlenelim” içeriğindeki çağrılar elbette bu kuyrukçu tutuma devrimci bir içerik katmamaktadır. Sosyalizmi devletçilik sananların bu çağrıları bir bakıma Keynesçi/emperyalist çözüm formüllerini tekrarlamakla kalmaktadır.Orijinal örneklerde de görüldüğü gibi bir emperyalist kampa karşı bir diğerine yedeklenmekten başka bir anlam taşımaz.
İNŞAATA DAYALI BİRİKİM MODELİNİN YAVAŞLAMASI REJİM KRİZİNİ DERİNLEŞTİRECEK
Bununla birlikte önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın giderek daha fazla iktisadi güçlükle karşılaşacağını ve bu durumun Türkiye’deki siyasi krizi büyüteceğini söylemek gerekir. Hükümetin bugüne kadar izlediği büyüme modeli esas olarak emek-yoğun bir sektör olan inşaat sektörünü ülke ekonomisinin merkezine oturtmaktı. Böylelikle hem işsizlik sorununu hafifletmek, hem de emekçilere konut/ulaşım hizmeti olarak refah vaadetmek aynı zamanda mega-projelerle onların gözünü boyamak mümkün oluyordu. Düzenli ve yüksek oranda büyüme sağlandığı zaman hem sosyal-devlet uygulamalarını kayırmacı bir biçimde uygulayarak seçmen desteğini sağlamlaştırmak, hem de başta TÜSİAD olmak üzere rejimin eski sahiplerini dışlayan ihalelerle kendi güdümündeki bir sermayeyi palazlandırmak mümkün oluyordu. Buna karşılık ne Hollanda ve Fransa Türkiye’deki yatırılmış sermayelerini geri çekmek ve azaltmak yönünde adım atmakta ne de örneğin Almanya Türkiye’den ucuz emek ürünlerini satın almaktan vazgeçebilmektedir. Bir başka deyişle bu emperyalist odaklar da Türkiye’deki (kendi aleyhlerine gözüken) büyümeden pay almaya devam etmektedirler.
Emperyalist metropollerde düşen kar hadleri, aşırı biriken finans-kapitalin dünyanın dört bir yanında sıcak para olarak fink atması, 2001 krizinin yarattığı şokla bankacılık sistemini ve kamu maliyesini düzene sokmuş Türkiye’nin bu büyüme modelini en az maliyetle sürdürmesini mümkün kılıyordu. Özellikle 2007 krizinin ardından Amerika ve Avrupa’daki iflasları engellemek için piyasaya sürülen trilyonlarlarca dolar/avro hükümetin inşaat/düşük faizli bol kredi merkezli büyüme modelini sürdürmesini mümkün kıldı. Ne var ki bu büyümeden Türkiye’deki parsasını büyütme amacı ve ihtiyacı içindeki ABD sermayesi rakiplerinden daha fazla pay elde etmeyi bir türlü başaramadı.Buna karşılık ABD açısından Türkiye’nin kendi siyasi planlarına hizmet etmesi ekonomik kazanımlardan giderek daha fazla önem kazanmakta ve Türkiye buna köstek olduğu ölçüde ekonomik zararlardan daha büyük zararlar hasıl olmaktaydı.
Öte yandan emperyalist metropollerin bu genişlemeci politikaları ilelebet sürdürmesi mümkün değildi. Zira 2007 sonrasındaki iflas dalgasını engellemek için atılan adım dünya borsalarını ve finansal sistemi spekülatif bir biçimde şişirdiği için çok daha büyük bir krizin de yolunu döşüyordu. O nedenle durgunluk-spekülasyon ikilemi içinde bocalayan ABD ve sonrasında da AB 2013 yılından beri ikircikli adımlarla dünyadaki para hacmini azaltarak, spekülatif şişkinliği gidermek için adımlar atmaya başladı. Bu Türkiye’nin ucuz ve kolay temin edilen döviz ile inşaat merkezli bir büyüme hattında ilerlemesini güçleştirmiş olsa da emperyalist metropollerde kararlı bir toparlanma gerçekleşmediği için Türkiye’ye yönelik fon akışı dalgalansa da durmadı. Türkiye’deki birikim rejimi ani bir çöküşle ya da krizle yüzyüze kalmadı. Bu da “sürdürülemez” diye itiraz edilen “Erdoğan modelinin” sürdürülebilmesinin koşullarını yaratmakta.
Türkiye’ye giren spekülatif sermaye miktarındaki dalgalanmalar ABD’nin artan yaptırımlarıyla birleşince Erdoğan faizleri arttırmak, parasal sıkılaştırmaya gitmek gibi inşaat/müteahhitlik merkezli büyüme ile uyumlu olmayan adımlar atmaya mecbur kaldı. Bu adımlar Erdoğan’ın ABD’ye boyun eğdiği, IMF’ye teslim olacağı anlamına gelmese de yahut bir ekonomik krizin habercisi olmasa da, ABD’nin Türkiye’ye yönelik kuşatmasındaki kararlılığa bağlı bir yavaşlamaya yol açacaktır. Borçlanmanın zorlaştığı koşullarda Erdoğan’ın palazlandırdığı sermaye gruplarının inşaat merkezli bir büyümenin motoru olmaya daha az hevesli olacağını düşünmek gerekir. Somutlarsak Erdoğan modelinin yaratıp büyüttüğü kesimlerin elinde biriken finans/sermaye kaynaklarının başka sektörlere yönelmesi olasılık dışı değildir. Bunun da Erdoğan’ın arkasındaki desteğin azalmasına veya muhalefet havuzunun büyümesine yol açarak siyasi sonuçlar doğurması ihtimal dışı değildir.
Bu da Türkiye’deki halihazırdaki siyasi krizin iki açıdan derinleşmesine yol açacaktır. İnşaattaki yavaşlama istihdam/konut-refah saadet zincirini, belediyeler aracılığıyla seçmeli sosyal yardım uygulamalarını sekteye uğratarak Erdoğan’ın zaten zayıflamakta olan seçmen desteğini daha da azaltacaktır. İkincisi bu yavaşlamayı engellemek isteyen ve inşaatçıları düşük kar marjıyla, sermayesini daha fazla risk alarak üretime zorlayan Erdoğan’ın güdümündeki kapitalistlerle arası gerilecek, bu da kendi partisi üzerindeki siyasi ağırlığının daha da azalmasına yol açacaktır.
Bu birikim modelindeki sıkıntıların Erdoğan’ı sıkıştıracak sendikal bir mücadeleyi başlatmasını beklemek iki nedenden dolayı hayalcilik olur. Birincisi inşaat sektöründe bu yavaşlamadan en çok etkilenecek kesim olan inşaat işçileri sınıfın en örgütsüz ve çalışma koşulları bakımından sendikal mücadeleye en az müsait olan kesimleridir. Bu kesimlerin huzursuzluklarını iktisadi grevlere değil, siyasi eylemlere dahil olarak göstereceklerini öngörmek gerekir. Bu olasılık da her fırsatta ekonomik grevleri önemseyerek bu tür eylemleri siyasi içerikli eylemlerin önüne koyan ekonomistlerin aymazlığına ve açmazlarına işaret eder.
İkincisi ekonomik sıkıntıların tetiklediği bir sendikal mücadelenin hedef tathasında Erdoğan’ın desteklediği değil, onun karşısında duran kapitalistler duracaktır. Bu da olası işçi eylemlerinin Erdoğan tarafından rakiplerini hizaya çekmek için manipüle edilme riskini artırır. Bu risk daha militan bir sendikal mücadele yürütülerek değil, bu mücadeleye siyasi bir bilinç taşıyarak bertaraf edilebilir. Söz konusu siyasi bilinç elbette AKP-Erdoğan döneminde zamların ve işsizliğin arttığına ilişkin bir yoksulluk edebiyatını tekrarlayarak değil gündelik mücadeledeki en basit bir kazanım için bile Erdoğan’ın süpürülmesinin şart olduğu gerçeğine işaret ederek ve (ekonomik krizin türevi olacağı sanılan eylemlerden medet umarak değil) doğrudan doğruya siyasal içerikli eylemleri öne çıkararak verilebilir.
KURUMSALLAŞAN FAŞİZM VE EKONOMİK KRİZ TESPİTLERİ AYNI REFORMİST ÇİZGİNİN ÜRÜNÜ
Her fırsatta Türkiye’de yeni bir darbenin yaşandığını yahut faşizmin/tek adam rejiminin kurumsallaştığını iddia edenlerle TL’nin değerinin düştüğüne delalet eden her fırsatta (bunun Türk mallarının en büyük alıcılarından olan Almanya’nın, Türkiye’de üretilen ürünlerinde Türkiye’den gelen katma değer payının düşmesi nedeniyle Fransa veya Hollanda’nın şikayetçi olup olmadığına bakmadan) ekonomik kriz yaygarası koparanların bir ve aynı kesimler olması tesadüf değil. 1 Kasım seçimlerini, dokunulmazlıkların kaldırılmasını, Davutoğlu’nun görevden alınmasını, 16 Nisan referandumunu bir darbe olarak yorumlayanlar TL’nin yüzde 10’un üzerinde değer kaybetmesini de bir ekonomik krizin başlangıcı olarak görüyorlar.
Darbe, faşizm yahut ekonomik kriz kavramlarının özensiz bir şekilde kullanılması bu durumun nedeni değil sonucu. Zira bu yaygaracılığın cehaletle yahut özensizlikle açıklanamayacak siyasi nedenleri var: Yaşanan gelişmeleri çarpıtarak Erdoğan’ın güçlendiğini, faşizmin kurumsallaştığını ifade etmek Türkiye’de emekten ve ezilenlerden yana olanların zayıf olduğunu söylemek anlamına gelecektir. Güçsüz, çaresiz olanların ise elbette durumu değiştirmek için yapabilecekleri bir şey yoktur. Böylelikle güçlenen Erdoğan tezi Türkiye’de bir halk hareketinin önüne set olan kısır reformizmin kendini aklamasına hizmet etmektedir.
Kendi kusurlarını düşmanın güçlülüğü ve halkın tepkisizliği ile örtbas etmek isteyen reformistlerin ekonomik krizin ipine sarılması tam da bu nedenledir. Zaten bu gibilerin referans olarak kabul ettikleri mazeretçi faşizm teorileri de kendi hata ve kusurları sonucu ortaya çıkan yenilgileri “objektif olarak önlenemeyen faşizm” tespitlerine dayanır.
Bu tespitlerden hareket edenlere göre kriz Erdoğan’ı zayıflatacak halkı harekete geçirecektir. Gerçekleri söylemek, yani Erdoğan’ın gerilediğini ve Türkiye’de rejim krizinin derinleştiğini ifade etmek Erdoğan’ın onu yıkması gerekenlerin kusurları nedeniyle ayakta kaldığı anlamına gelir. Türkiye’de derinleşen bir siyasi krizin devrimci bir partinin eksik olması nedeniyle emekçilerin lehine çözülemediğini savunan komünistler bu yüzden yaklaşan ekonomik kriz masallarıyla devrimci militanları avutmaya yeltenmezler. Tasfiyeci reformistler bir türlü gelmeyen ekonomik krizin yaygarasını koparıp, genel geçer örgütlenme çağrıları yükseltirken komünistlerin günün devrimci siyasi görevlerine işaret etmekle kalmayıp tüm devrimci güçleri bu siyasi görevleri yerine getirecek partinin kuruluş kongresinin toplanması mücadelesine davet etmesi bundandır.