Geçtiğimiz ay ABD’de gerçekleşen ve Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’nın sanık olarak yargılandığı davada Reza Zarrab’ın günler süren tanıklığı Türk liderlerin yolsuzluğa ne kadar karıştıklarının da açık ilanı oldu. Dolayısıyla dava Türkiye solu tarafından yakından izlendi. Kimileri tarafından bu dava “Türkiye’nin kaderini değiştirecek olay” şeklinde lanse edildi. Bu tartışmaların gerçekleştiği dönem Fransa’da Dreyfus skandalının başlangıç yıldönümüne denk geldi. Bu vesileyle Dreyfus skandalı üzerinden Bis skandalın ülke kaderini hangi koşullar altında değiştirebileceğine dair bu yazıyı gündeme yeniden getiriyoruz. Yazının orijinali Aralık 2005 tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 29. sayısında yayımlanmıştır.
Hakim sınıf içinde çıkar çatışmaları keskinleştikçe, toplumu yönetme ayrıcalığına sahip olan bilgi ve güç tekelini elinde tutan sınıfın mensupları yönetilenleri zaptetmek için kullandıkları imkan ve silahları zaman zaman birbirlerine karşı kullanmaktan da çekinmezler. Düzeni sarsabilecek şiddette «siyasi skandalların» patlak vermesi de hakim sınıf içindeki çıkar çatışmalarının keskinleştiği bu tür kritik aşamalarda olur. Düzeni kökten sarsacak somut bir tehdidin bulunmadığı koşullarda hakim sınıf içindeki çatışmalar daha pervasız çatışmalara hayat verebilir; sınıf çatışmasının tehdidinin burjuvaziyi sıkıştırmadığı koşullarda hakim sınıf içinde çıkar kavgaları daha da pervasızlaşır ve sermaye düzeninin kirli çamaşırları hepsi birden değilse de bir bir meydana dökülmeye başlar. Bu koşullar aynı zamanda sermaye düzenini alaşağı etmek için çalışan devrimci akımların önüne değerli fırsatlar çıkarır.
Nitekim Lenin de bir keresinde ondokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Fransa’yı sarsan Dreyfüs skandalı örneğini hatırlatmıştı. Emperyalizm çağında bu tür skandalların bile aniden bir devrimci durumun gelişmesine vesile olabileceğini söylemişti.
Bu uyarı sık sık hatırlanır ve hatırlatılır. Ama örneğin en önemli yanı unutularak ve unutturulmak üzere yapılır bu hatırlatmalar: Lenin bu olasılığın nesnelliğin dayatmasıyla değil, ancak devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin varlığı koşullarında böyle bir gelişmeye yol açabileceğini kasdetmişti.
Yaşadığımız topraklarda da hakim sınıf ve onların siyasi temsilcisi olma yarışındaki kesimler arasındaki çıkar çatışmaları bir süredir eksik olmuyor. Özellikle emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının kızıştırdığı bu çıkar çatışmaları sık sık skandallara hayat veriyor. Yakın geçmişte bir hükümetin devrilmesine varan Susurluk skandalı böyle bir örnek idi. Şimdilerde de bu skandalla benzerliği kullanılarak anılan Şemdinli skandalı öyle.
Bu vesileyle ve Lenin’in uyarılarını anlayabilmek için «Dreyfüs olayı» yahut o zaman Fransız kamuoyunda anıldığı gibi sadece «olay» denen skandalı hatırlamakta yarar var.
Ondokuzuncu yüzyılın sonuna doğru patlak verip, Fransa’nın siyaset gündemini, değişik yoğunluklarla ve kesintili olarak da olsa yirmi yılı aşkın bir süre boyunca işgal eden «Dreyfüs olayı», hala ibret vesilesi olabilecek bir olaydır.
Dreyfüs’ün adı, ilk kez 1894 yılı sona ererken Fransız kamuoyunda yankılandı. Tekstil alanında ün yapmış yahudi asıllı bir kapitalist ailenin çocuğu olan Yüzbaşı Alfred Dreyfüs, 15 Ekim 1894’de bazı askeri sırları Alman askeri ataşesine satmakla suçlandı. Kısa sürede sonuçlanan dava yahudi karşıtı bir kamuoyunun ısrarlı baskıları altında görüldü. Yargılaması boyunca suçlamaları reddettiği halde ve ailesinin de özel çabalarla kendisini savunmaya çalışmasına rağmen, Dreyfüs suçlu bulundu. Ordudan atıldı ve müebbed hapis cezasıyla apar topar Fransız Guyana’sındaki bir çalışma kampına gönderildi.
Pek destek bulmamalarına rağmen, Dreyfüs yanlıları ise işin peşini bırakmadılar. Bunlar arasında Clemenceau gibi siyasetçiler, Emile Durkheim gibi akademisyenler de vardı. Sonuçta, elde edilen kimi yeni belge ve bilgiler sayesinde, olayın asıl failinin «yahudi olmayan», özbeöz Fransız olan Binbaşı Esterhazy olduğu ortaya çıktı. Bu bilgileri ortaya çıkaran yine özbeöz bir Fransız yarbayı olan Georges Picquard’dı.
Ne var ki bu gelişme, kamuoyunda «temiz toplum ve hukuk devleti» özlemlerini tam giderecek gibi gözükürken bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Divanı harb Esterhazy’yi aklayıp Picquard’ı da devlet sırlarını açığa çıkarmaktan suçlu bulmuştu. Olay tam bir hüsranla kapanmak üzereyken, bu kez Dreyfus’ün Almanlara sızdırdığı mektubu ortaya çıkaran binbaşı Joseph Henri’nin son duruşma sırasında bazı belgeleri hasıraltı edip, bazı sahte belgeler hazırladığı ortaya çıktı. Bu durumda Dreyfus olayı yeniden alevlenmişti.
Dreyfus’ün yeniden yargılanmasını talep eden bir «sivil hareket» gelişmeye başladı.Ancak gelişmelerin seyrini asıl değiştiren, ünlü yazar Emile Zola’nın Clemenceau’nun gazetesinde yayınlanan ünlü «İtham Ediyorum!» başlıklı yazısı oldu.
Toplumda devletin küçük düşürülmesi, güvenliğin tehlikeye atılması ve «yahudilerle sosyalistlerin ortak komplosuna alet olma» gibi eleştiriler yükselmeye başladı. Zola’nın yargılanmasını isteyen miliyetçiler bir tarafta toplanıyor, bazı yörelerde yahudi karşıtı kitle gösterileri tertipliyorlardı. Öte tarafta da «kişisel özgürlüklerin ulusal güvenliğe feda edilemeyeceğini», «askeri otoritenin devletten bağımsız davrandığını» öne sürerek, «sivil toplumun inisiyatifine seslenen» bir hareket gelişiyordu.
Anatole France, Marcel Proust gibi ünlü yazarlar bu ikinci kamptaydılar ve giderek üç bin ünlü imzayı bir araya getiren bir kampanya başlattılar. Bu gelişmelerin sonucunda yine birinci taraf üstün geldi: Zola iftira etmekten suçlu bulundu ve para cezasına çarptırıldı.
«Olay» kapanmış, «sivil toplum» yenilgiye uğramış gözüküyordu ki, olayın patlak vermesinde birinci derecede rolü olan binbaşı Joseph Henri sahtekarlık yaptığını itiraf ettikten sonra intihar etti.
Bu durumda binbaşı Esterhazy ülkeyi terkederken, Dreyfus’e de tekrar Fransa’ya dönüş ve yeniden yargılanma yolu açılmıştı. Ne var ki Dreyfüs, yine suçlu bulundu, ama bu kez cumhurbaşkanının affına mazhar olarak serbest bırakıldı.
«Olay» hala kapanmış değildi. Zira Dreyfüs yanlılarının çabalarıyla, ilk duruşmadan on yıl, son duruşmadan dört yıl sonra 1904’de Dreyfus’e yeniden yargılanma hakkı tanındı. 1906’da ise bir yerel temyiz mahkemesi, «yargının bağımsızlığını» ispat edercesine Dreyfus’ü akladı ve bütün eski mahkumiyet kararlarını bozdu. Dreyfus’e ordunun kapıları tekrar açılmıştı.
Dreyfus çektiği eziyetlerin bir karşılığı olarak binbaşı rütbesine yükseltildi. Fransa’nın en yüksek nişanlarından olan Lejyon donör nişanıyla ödüllendirildi. Ödüllerini alan ve onurunu kazanan Dreyfüs, kendi arzusuyla yedeğe ayrıldı. Ama savaş patlak verince vatanseverliğini yeniden kanıtlamak üzere orduya çağrıldı; bu kez yarbay rütbesiyle görev yapacaktı.
Bütün bu dolambaçlı hikayesi içinde Dreyfüs olayı, Fransa’da Emile Zola gibi muteber aydınların da katkısı ve öncülüğüyle «kamu vicdanının» harekete geçirilmesine yol açmıştır. Hatta giderek geniş kesimlerin devlet işlerine olan ilgisinin uyanmasına yol açtığı da elbette doğrudur. Bu sayede Fransa’nın bir hukuk ayıbından arındırıldığı, hatta bunun Fransız toplumunun hafızasında bir yere kazındığını söylemek de yanlış olmaz .
Hatta daha da ötesinde bu olay, 1789 devriminden arta kalan bir sorunun çözülmesine de önemli ölçüde katkıda bulunmuştur: kilise ile devlet işlerinin kesin olarak ayrılması yolunda bir ivme sağlamıştır. Kimilerinin tercih edeceği deyişle «feodalizmin son kalıntıları» da bu sayede temizlenmiştir.
Ama bir başka doğru daha var: bu gelişmeler, Lenin’in dediği gibi, Fransa’da bir devrimci durumun doğmasına yol açmadı. İşçi sınıfının zaferiyle sonuçlanmadı. Aksine, «Dreyfus olayı»nın burjuva liberallerinin öncülüğünde ve liberal bir siyasetle aşılması, burjuva devletinin kendi pislikleri sayesinde sağlamlaştırılmasıyla sonuçlandı. Hem de burjuva devriminin siyasal çizgisiyle zaten gözleri bağlanmış olan Fransız işçi sınıfının ehlileştirilmesinde bir adım daha atılmasını sağladı.
Bu kadar değil; bu gelişmeler birinci paylaşım savaşı sırasında Fransız burjuvazisine en önemli dayanaklarından birini de sundu. Fransa hem 20 yıl boyunca Alman düşmanlığı ile körüklenen bir milliyetçilik havasıyla şişirilmiş olarak, hem de ordusunu «pisliklerden temizlemeyi» başarmış, herkesin güvenebileceği bir «hukuk devleti» olduğunu kanıtlamış olarak savaşa birlik ve beraberlik ruhu içinde girdi. Yirmi yıl boyunca Fransız sömürgeleri denince akıllara daha çok Dreyfus’ün tutulduğu Guyana geldi, diğerlerini soran hatırlayan o sömürgelerdeki ezilenlerin dışında pek kimse olmadı. vs.
Dreyfüs örneğinde somutlanan gelişmelerin bu yönü pek kurcalanmadı. Ne o zaman, ne de daha sonra, ne bu tarihsel deneyim ne de bolşeviklerin pratik dersleri devrimcileri hala ıslah edebilmiş değil. Aksine gün geçtikçe, bazan skandal türü gelişmelerin yaratacağı kendiliğinden gelişmeleri bekleyerek «sotaya yatan» kendiliğindenci eğilimler gelişiyor. Bazen da Lenin’in sözlerinden devrimcilerin sandalların patlak vermesine dönük araştırma ve hazırlıklar yapması gerektiği sonucuna varanlar da eksik olmuyor. Üstelik Dreyfüs olayını burjuvaziye rahmetle aratacak nice gelişmelerin olduğu ve giderek arttığı dünya koşullarında oluyor bunlar.
Adeta burjuva düzeni çürüdükçe, kendiliğinden çöküşünün yaklaşacağına inananların sosyalistler arasında artmasına yol açan bir evrim yaşanıyor. Halbüki bu toplum çürüdükçe, düzenin bir parçası olarak şekillenen sosyalistliğin de çürüdüğüne dair tarihsel örnekler az buz değil. Burjuva toplumu çürürken, liberal hayallerin solda rağbet görmesi bir yanıyla soldaki çüremenin işaretidir. Bir yanıyla da çürümenin burjuvazinin liberalizmden uzaklaşması anlamına geldiği hakkındaki efsanenin yaygınlaştığının işaretidir.
Bu bakımdan sermaye düzeninin çürümesi ile soldaki liberal çürümenin artışı arasındaki ilişkiyi kavramak için liberal efsanelerin üzerine kaplanmakta olan örtüyle uğraşmak yerine, solun gözünü bağlayan liberal gözbağlarını söküp atmak gerek. Zira hala Dreyfüs Skandalının burjuva liberalleri eliyle «hukuk devleti» ve «temiz toplum» hikayeleriyle çözülmüş olmasını genel olarak toplumsal ilerleme vb. ilkeler adına önemli bir adım olduğunu sanarak, bu sayede Fransa’daki burjuva diktatörlüğünün sağlamlaştırılmasına hizmet ettiğini görmeyenler az değil.
Susurluk skandalı, en azından yaşadığımız topraklarda hala bu kıssadan hisse çıkarılmadığını gözler önüne sermişti. Geçtiğimiz günlerde de Şemdinli’de JİTEM’cilerin suçüstü yakalanması üzerine yapılan değerlendirme ve yorumlar bu dersin hala çıkarılmadığına delalet ediyor.
KöZ’ün arkasında duran komünistler hakim sınıfın kendi içinde patlak veren skandalların bir devrimci duruma dönüşmesini sağlayacak bir devrimci partinin yerini tutmadıklarının bilincindedirler. Ama bu tür vesileleri Bolşeviklerin mirasına sahip çıkacak devrimci partiyi yaratma azmiyle mücadele eden militanların bilinçlerinin açılması ve kararlılıklarının pekişmesi ve kendini bu mücadeleye adayan militanların artması için kullanmayı da ödevleri arasında görmektedir.