Siyasi içeriği bakımından 2004 1 Mayısı hiç de şaşırtıcı değildi. 1 Mayıs’ta biri Çağlayan’da diğeri Saraçhane’de olmak üzere sosyal şovenizmin damgasını vurduğu iki tane sönük liberal karnaval gerçekleşti. Karnavallardan birinin şefliğini Türk-İş üstlenirken diğerininkini de DİSK ve KESK üstlendi. Bir karnavalın kızıl diye yutturulmaya çalışılan turp kırmızısı TKP’nin kırmızısı olurken diğer karnavalın kırmızısı EMEP ve İşçi Partisi’nden geldi.
Karnavallardaki ezen ulus milliyetçiliği kendisini üç şekilde belli etti. Bunlardan birincisi Kürt sorunu karşısındaki suskunluktu. 1 Mayıs alanında Kürdistan’ın ayrılma hakkına ilişkin tek bir söz edilmedi. Güneydeki Kürtlerin Irakla olan bağlarını gevşetme yolunda attıkları adımlara dair de ağızları bıçak açmadı. Sol akımların öteden beri ürkek davrandıkları bu mesele karşısındaki sessizliklerini bir değişiklik olarak kabul etmek ve bu sessizliği şovenizmin yükselişinin kanıtı olarak sunmak elbette doğru olmaz. 1 Mayıs alanında asıl yeni olan durum Kürtlerin maruz kaldığı baskı ve ayrımcılıklara kimsenin değinmemesiydi. Bu durum sadece 1 Mayıs alanına özgü bir durum değildi. 1 Mayıs öncesindeki hazırlık döneminde de Kürt sorununa ilişkin sessizlik dikkat çekiyordu. NATO’dan, Irak’taki direnişten söz edilmesine karşılık bildirilerde, afişlerde Kürt sözcüğüne ender bir biçimde rastlanıyordu. Bugüne kadar anti-şovenizmi alameti farikaları olarak göstermeye çalışan “duyarlı” akımlar bile Kürt sorunundan adeta adet yerini bulsun diye söz ediyordu. Anlaşılan sosyalistler AB yolunda ilerleyen Türk devletinin son birkaç yılda çıkardığı reformlar yoluyla bu sorunu çözdüğüne kanaat getirmişlerdi ya da gündemde Kürt sorunundan daha yakıcı meseleler olduğunu düşünüyorlardı.
Sosyal şovenizmin kendisini belli ettiği ikinci biçim “Bağımsız Türkiye” sloganıyla özetlenebilir. Türkiye’nin bir ezen ulus devleti olduğu, bugün Türkiye’nin bağımsızlaşmasının ön koşulunun Kürdistan’ın esaretinin katmerlenmesi olacağı gerçeğine gözlerini kapayan sosyalistler “Bağımsız Türkiye” sloganına –kimi zaman bu iki sözcüğün arasına sosyalist sözcüğünü de sıkıştırarak- gür bir şekilde katıldılar. “Bağımsız Türkiye” demeye dili varmayanlarsa kendilerini Amerikan emperyalizmini kınamaya Yanki’nin evine gitmesini talep etmeye verdiler. Böylelikle Amerikan emperyalizminin, özellikle de onun aracı olan NATO’nun, Türk devleti üzerindeki basıncını azaltmasına hizmet etmiş oldular.
Şovenizmin kendini belli ettiği üçüncü ve belki de en önemli alan Irak’taki direnişe sunulan destek oldu. Amerika Ortadoğu’da sıkıştıkça, sol hareket Kürt düşmanı karakterini gittikçe belirginleştiren işgal karşıtı direnişin destekçilerine daha tereddütsüz bir destek sunmaya başladı. Irak’a daha açık destek verenler, Baas-Molla koalisyonunu antiemperyalist ilan edenler Kürtleri de daha açık bir biçimde işbirlikçilikle suçladılar.
1999’dan 2004’e Değişenler Değişmeyenler
1999 1 Mayısı’nın ertesinde de şovenizmin yükselişinden söz etmiştik. 1999’daki şovenizmle 2004 yılındaki şovenizm kuşkusuz öz itibariyle birbirinden farksızdı. Ezen ulus devletinin bölünmezliği üzerine kurulu sosyal şovenizm her zaman Kürdistan’ın bağımsızlığı fikrine karşı oldu, Türkiye’nin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen her türden siyasi akımla arasını açtı, açmakla kalmayıp, bu türden girişimleri emperyalizmin oyununa gelmek olarak karşısına aldı.
Sosyal şovenizmin daha ileri boyutu Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan özel sorunlarının olmadığı bu sorunların tüm işçilerin sorunları olduğunu savunmaktır. Bunun da ilerisinde bir şovenizmse işi Kürtlerin varolduğunu bile reddetmeye, Kürtlerden söz edenleri Kürtçülük yapmakla suçlamaya kadar vardırıyor. Kuşkusuz Kürtlerin yıllar süren mücadelelerinde ödedikleri bedeller değil sosyalistlerin en koyu milliyetçilerin bile Kürtlerin varlığını inkar etmeleri neredeyse imkansızlaşmıştır. Ancak şovenist dalga yükseldikçe Türkiyeli sosyalistler Kürdistan sorunundaki yan çizmekle kalmayıp Kürtlerin sorunlarını da inkar etmeye vardırıyorlar işi. 1999’dan 2004’e kadar yükselen şovenist dalgadaki süreklilik bu noktada aranmalı.
Yine de 2004 1 Mayısı’nda yükselen şovenizm Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının hemen ertesinde gerçekleşen 99 1 Mayısı ertesindeki şovenizmden farklılıklar taşıyor. 99 Mayısı MHP’nin seçim zaferinin, Mavi Çarşı mağazasında çıkan yangının ardından koparılan yaygaranın gölgesinde geçmişti. 99 Mayısı’nda sinmiş, pısırıklaşmış, artan devlet terörü ve daralan ideolojik kuşatma karşısında ölü taklidi yapmayı taktik tutum olarak benimseyen bir sol vardı. Kimi devrimci akımlar bir yana bırakılırsa sosyalistler HADEP’ten ürküyor onunla yanyana gelmeye çekiniyordu.
2004 1 Mayısı’nda buna taban tabana zıt bir durum söz konusuydu. 99’daki korku atmosferi gitmiş yerine bir panayır havası gelmişti. Üstelik ölü taklidi yapan sosyalistler bu sefer kerameti kendinden menkul bir coşkuyla antiemperyalist bir emekçi muhalefeti örmekten söz ediyorlardı. Başka bir deyişle 99’un iddiasızlığı yerine kofluğu alanda açığa çıkan bir özgüvene bırakmıştı. 99 1 Mayısı eski kurtların kuzu postuna büründüğü bir 1 Mayıs olarak hatırlanacaksa beş yıl sonra gerçekleşen 1 Mayıs, başta DİSK ve KESK gibi sendikalarla, TKP gibi oportünistler gelmek üzere, kuzuların kurt postuna büründüğü bir gün olarak akıllarda yer tutacak. Buna bugünün sahte kurtlarının şovenist sloganları meleye meleye attıklarını, devrimcileştirdiklerini iddia ettikleri alternatif 1 Mayıs alanına şairin “ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye” dizelerine taş çıkartırcasına akmaları eklenmeli.
Bu değişikliğin birinci nedeni AB yolunda kritik bir dönemeçte bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini rahatsız etmeyen bir muhtevaya sahip bir 1 Mayıs’ı şiddet kullanarak bastırmayı düşünmemesiydi. 1 Mayıs 2004 polisin en anlayışlı davrandığı 1 Mayıs’lardan biri olarak geçti tarihe. Her iki eylemde de üst aranmadı. Dahası eylemlerin birleşmesi için valilik de gayret gösterdi. Eylemin Abide-i Hürriyet’te kutlanmasına yönelik bir dayatmada bulunmadı. Taksim kapılarını kapayan devlet eyleme katılanların gündeminde olmayan bir doğrultuda Yenikapı’ya yürümesine ses çıkarmadı. Bu yumuşak ortam en ufak çatışmada köşe bucak kaçan reformistlerin eylem sırasında ve sonrasında kükremesine yol açtı.
Yine de 1 Mayıs’ta liberallerin gövde gösterisi yapması tek başına devletin sopa yerine havuç göstermesiyle açıklanamaz. Aynı devlet, devrimci dinamikleri bütünüyle kontrol altına aldığını düşünmediğinden olsa gerek, Diyarbakır’da 1 Mayıs’ı engellediğini unutmamalı. 1 Mayıs’taki şovenistlerin bayram etmesinde devletin tutumu dışında 1 Mayıs’taki devrimci dinamikleri alana taşıyan en önemli güç olan DEHAP’ın tavrı belirleyici oldu. 99’dan beri Demokratik Cumhuriyet perspektifini savunmada hayli yol kat eden DEHAP sol içindeki sosyal şovenizme kan taşıyıp reformistlerin ideolojik hakimiyetini pekiştirdi, bu akımların kendilerine olan özgüvenlerini arttırdı. DEHAP’ın alanın ikiye bölünmesini bahane ederek 1 Mayıs’a sembolik bir biçimde katılacağını açıklaması, böylelikle işçi sınıfının en militan kesimlerini alana taşımaktan kaçınması, 1 Mayıs’ı 23 Nisan’la 19 Mayıs’a bağlamaya niyetli şovenistlerin bayramlarına gölge düşmesini engelledi.
Alandaki şovenizmin devrimci gruplara değil de TKP’ye yaramış olması kimseyi şaşırtmamalı çünkü şovenizm hiçbir zaman devrimci akımlara yaramadı. Ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki baskısını onaylayan şovenizm esas olarak ezen ulus devletinin, sınırları da dahil olmak üzere, bölünmez bütünlüğünü savunur. Bu yüzden devrimci akımların devleti yıkmaya yönelik görüşleri ve tutumlarıyla, kuyrukçulukları nedeniyle içine düştükleri şoven tutumları bir türlü birbiriyle bağdaşmıyor. Milliyetçi bir dil kullanarak işçi sınıfının geri kesimleriyle bağ kurma çabası, kullanılan devrimci dille çelişiyor. Ne de olsa geri bilinçli işçiler sadece Türkiye’nin bölünmesine değil aynı zamanda “anarşi ve teröre” de karşılar. Dolayısıyla kullanılan milliyetçi dil devrimci akımlarla işçi sınıfının geri kesimleri arasındaki bağları kuvvetlendirmiyor aksine bu akımların kendilerini ezilenlerden ve devrimci işçilerden daha fazla yalıtmasına yol açıyor. Daha da kötüsü bu tutum devrimcilikten reformizme geçişinin köprülerinden biri olacak. Geçmişte görüldüğü gibi milliyetçi dili kullanan akımlar giderek söylediklerine kendileri de inanmaya başlayıp önce yürüttükleri propaganda faaliyetinde, sonra da programatik metinlerinde geri bilinçli işçileri “rahatsız edecek” devrimci ifadeleri teker teker budamaya başlayacaklar.
Devrimci akımların mağrur bir ifadeyle mezbahaya koşması benzetmesi son derece yerinde çünkü şovenizm asıl olarak devrimci akımların kitlelerden daha fazla yalıtılmasına hizmet ediyor. Benzer bir durum reformist hareketler için de geçerli. İşçi kitleleriyle sağlam bağlardan yoksun reformistlerin şoven duygulardan beslenerek güçlenmeleri sahici birer reformist işçi partisi haline gelmeleri düşük bir olasılıktır çünkü bu topraklarda şoven eğilimi simgeleyen hakiki faşist partiler ve onların demokratik sol yahut sosyal demokrat alternatifleri mevcuttur. Bu yüzden kitlesel bir sosyal şoven işçi partisi için hiç ama hiç bereketli bir toprak değildir Türkiye.
Aynı durum Kürt hareketi için de fazlasıyla geçerli. Demokratik Cumhuriyet perspektifi Kürt hareketinin bindiği dalı kesmesi anlamına geliyor. Son yerel seçim sonuçları da bunun en iyi kanıtı. Kürtler Kürdistan meselesini önemsemeyen düzenin sağına soluna makyaj yapmayı önermekle yetinen bir partiyi desteklemeyecek bunun yerine ya siyasetten soğuyacak ya da daha gerçekçi, oyunu kurallara göre oynamasını bilen iş yapabilme kapasitesine sahip liberal alternatiflere yönelecekler.