1 Mayıs 2003 bir çok bakımdan önceki 1 Mayısların bir tekrarı oldu. Devrimci hareketin daha önceki 1 Mayıslarda kendini belli eden zaafları 2003 1 Mayısı’nın aynasında kendisini daha belirgin bir biçimde gösterdi. Daha önceki 1 Mayıslarda olduğu gibi 2003 1 Mayısı’nda da işçi sınıfının ana gövdesi eylemlerden uzak durdu. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs düzenin çizdiği çerçeve içerisinde “uslu 1 Mayıs” olarak kutlandı. Devrimciler yine birbirleriyle dayanışmak yerine liberallerle kaynaşmayı tercih etti. 1 Mayıs ertesinde sosyalist yayınların yaptıkları değerlendirmeler de daha önceki 1 Mayıslardan farksızdı: Kortejleri kalabalıklaşanlar sınıf mücadelesinin yükseldiğini, işçi sınıfının burjuvazinin yüreğine korku saldığını ileri sürerken, kortejleri seyrekleşenler, kabahati sendika bürokratlarının sırtına yüklemeyi unutmadan, işçi sınıfının 1 Mayıs’a damgasını vuramamasından yakınıyorlardı.
Aynı zaafların defalarca tekrarlanması karşısında hayrete düşmemek, hayal kırıklığına uğramamak lazım. Devrimci bir partinin olmadığı bir coğrafyada yüzünü komünizme dönenler sorumluluklarını yerine getiremedikleri sürece bu tür manzaralar önümüzdeki 1 Mayıslarda bir kez daha tekrarlanacak. “Sınıf mücadelesi yükseliyor” ninnilerine karşın işçi sınıfı çok daha kapsamlı saldırılarla karşı karşıya kalacak.
2003 1 Mayısı bütün bu zaafların yanı sıra sosyalist hareketin bir bütün halinde şovenizm etkisi altında olduğunu da gösterdi. 1 Mayıs alanına şovenizmi taşıyan sadece reformistler değildi. Niyetlerinden bağımsız olarak devrimciler de Türk şovenizminin güçlenmesine katkıda bulundular. “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” “İşgalci ABD Türkiye’den Defol!” “Yaşasın Bağımsız Türkiye!” ve benzer sloganlar Türk şovenizmine kan taşıdı; sakat bir emperyalizm kavrayışının şovenizmle sonuçlanacağını bir kez daha doğrulamış oldu. Savaş süresince Güneydeki Kürtlere kan kusturan Saddam’ı Amerikan emperyalizmi karşısında mazlum bir lider olarak görüp destekleyenlerin Kuzeydeki Kürtlere kan kusturan Türkiye’nin bağımsızlığını savunması şaşılacak bir durum değildi elbette. Türkiye’yi emperyalizmin boyunduruğu altına girmiş mazlum bir devlet olarak görenler, elbette Türkiye’nin bağımsızlığının Kürtlerin esareti anlamına geldiğini düşünemezlerdi. Dolayısıyla Ortadoğu’nun en kalabalık ezilen ulusu olan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı Türkiyeli sosyalistlerin gündemine girmedi.
1 Mayıs alanını dolduranların önemli bir bölümü Kürtlerin adını bile ağızlarına almaktan kaçınırken, şovenizm karşısında görünürde daha duyarlı olanlar “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganını öne çıkardılar. Oysa Kürt ulusuna yönelik inkar siyasetinin hüküm sürdüğü koşullarda, dört parçaya bölünmüş Kürt ulusunu bir ezilen ulus olarak değil de Ortadoğu halklarından biri olarak tanımlayan, böylelikle Kürt ulusunu Türkiye içinde kendisine dayatılan konumu kabul etmeye zorlayan bu slogan şovenizmin daha sinsi bir biçimini yaymaktan başka bir şeye hizmet etmedi, etmeyecek de.
Kuşkusuz asıl ezilen ulusun Türkler değil Kürtler olduğunu unutup, Amerika’nın Türkiye’yi nasıl işgal edeceğine ilişkin senaryolar üretmekle meşgul olanlar ABD’yle Türkiye’nin KADEK’in silahsızlandırılıp tasfiye edilmesine ilişkin pazarlıklarıyla da ilgilenmiyorlardı. Bölgedeki Amerikan saldırganlığını teşhir etmeye pek meraklı olanlar iş KADEK’e yönelik saldırılara gelince sessiz kalmayı yeğliyorlardı. Bu yüzden “Halkların Kardeşliği!” sloganını haykıranlar, bölgede emperyalistlerin egemenliğini tehdit eden güçlere yönelik saldırılara ilişkin hiçbir şey söylemediler; Kürt hareketini yalnız bıraktılar; “PKK’ya ve PKK’lılara” karşı olduğunu her fırsatta belirten Türk şovenizminin işini kolaylaştırdılar.
Türkiyeli sosyalistlerin şovenizmi uzun zamandan beri Kürt hareketinin içindeki liberal eğilimlerin güç kazanmasına yol açıyor. Büyük bedeller ödeyerek verdiği ulusal kurtuluş mücadelesinde Türkiyeli devrimcilerden umduğu desteği göremeyen Kürt hareketi, askeri ve siyasi olarak aldığı yenilgilerin yarattığı hayal kırıklığı ve çaresizlikle devrimcilikten uzaklaşıyor, devrimci demokrat siyasetten liberal demokrat siyasete yelken açıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bölgedeki mücadelenin on yılı aşkın zamandan beri seyri bundan başka bir şeyi göstermiyor zaten.
Türkiye’de şovenizmin yükselmesiyle Kürt hareketinde liberalizmin artması arasında sıkı bir ilişki var. Türkiyeli sosyalistler Türk şovenizmine cepheden karşı çıkamadıkları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız tanımadıkları, Kürt ulusunu yalnız bıraktıkları sürece Kürtlerin bağımsızlığı hedefiyle yola çıkan her hareket yalnızlaşıyor. Yalnızlaştığı oranda da çözümü emperyalistler arasındaki çelişkilere sığınmakta, düzen güçleriyle pazarlık yapmakta, siyasi çizgisini sulandırmakta buluyor.
Sosyal şovenizmle liberalizm arasındaki bu ilişki bugün çok daha dolaysız bir hale geldi. Türkiyeli devrimciler Kürtlerin bir ezilen ulus olduğunu inkar edip, ABD’nin ve Türkiye’nin silahlı Kürt örgütlerine yönelik imha saldırısına duyarsız kaldıkları sürece Kürt hareketi daha da çaresizleşecek, çaresizleştiği oranda da devrimci iddialarından vazgeçip “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” çizgisine ya da bu çizginin başka bir adı olan “Ne İnkar Ne Ayrılık Yaşasın Demokratik Cumhuriyet!” çizgisine razı olacaktır.
Sosyal şovenizmin yaşadığımız topraklardaki emekçiler üzerinde yarattığı tahribat Şeyh Sait Ayaklanması’ndan beri biliniyor. Kürt hareketinin, Türkiyeli sosyalistlerin şovenizmin bataklığından çıkamamaları yüzünden gittikçe daha liberal bir yörüngeye girmesinin tasfiyeci sonuçlarını, doksanların başından beri, ama özellikle de 1999’da Öcalan’ın rehin alınmasından beri gözlemek mümkün. 1999’dan itibaren Kürt hareketinin daha liberal bir seyir izlemesi 12 Eylül sonrasında belini kendi özgücüne dayanarak değil PKK’nin yarattığı rüzgar sayesinde doğrultan Türkiyeli devrimcilerin hareket alanını daralttı; devletin başta F-Tipleri aracılığıyla devrimci harekete yönelik bir imha saldırısında bulunmasının zemini hazırladı.
Ancak 1 Mayıs 2003’te görüldüğü gibi çaresizlikten ve çıkışsızlıktan ötürü Türk sosyal şovenizmiyle kol kola vermek zorunda kalan Kürt hareketinin gittikçe liberalleşmesinin yaratacağı tasfiyeci sonuçlar 1999’dan bugüne kadarki dönemi rahmetle aratacaktır. Bu durumun belli başlı iki nedeni var. Her şeyden önce 1999’da Türkiyeli reformistler Kürt hareketinden vebalı gibi kaçıyordu. Dolayısıyla Kürt hareketinin Türkiyeli reformistlerle kaynaşması mümkün olmuyor ve bu durum liberalleşmenin temposunu düşürüyordu. Ancak bugün artık Kürt hareketinin siyasi çizgisi neredeyse her türlü reformist hareket tarafından kabul edilebilir bir hale gelmiştir, daha doğrusu gelmek zorunda bırakılmıştır. Bu yüzden önümüzdeki dönemde Kürt hareketiyle Türk sosyal şovenlerinin liberal kaynaşmasının tasfiyeci etkisi geçmiş dönemi nitelik olarak aşacaktır.
İkinci neden ABD’nin bölgede uygulamak istediği barış politikasıyla bağlantılı. Bölgede kendi barışını gerçekleştirmek isteyen ABD Ortadoğu’da kurmayı tasarladığı düzeni tehdit eden her türlü unsura karşı savaş açmış durumda. ABD’nin Irak’ta Halkın Mücahitleri’ni silahsızlandırması; Filistin’de Arafat yönetimine bile tahammül edemeyip Arafat’ı etkisizleştirmek için siyasi düzenlemelerde bulunması bunun ilk örnekleri. Ancak bunlardan daha önemli olan ABD’nin Türkiye ile KADEK’i etkisizleştirmek için pazarlık masasına oturması.
ABD’nin geçmişteki bozuk sicilleri nedeniyle emperyalist istikrarı bozmaya aday örgütlere karşı sopasını sallaması karşısında henüz Kürt hareketinin nasıl bir tepki vereceği belirsiz. Şimdilik Kürt hareketinin sözcüleri gerillaların silah bırakması için ABD’ye ve TC’ye yeni öneriler sunmaya başladılar. Kuşkusuz ABD sopasını sallar, Kürt hareketi de bu sopa karşısında geri çekilip kendisini koruma çareleri ararken Türk devleti de boş durmuyor. Bakanlık koridorlarında “Pişmanlık Yasa”sının son rötuşları atılıyor ve Avrupa Birliği’ni demokratikleşme konusunda tatmin edecek yeni bir “demokratikleşme paketi” hazırlanıyor.
ABD’nin sopası, TC’nin atılımları, Kürt hareketinin yeni “açılımlarıyla” birlikte ele alındığında yaşadığımız toprakları 1999’dan çok daha kapsamlı bir tasfiye dalgasının sarsacağının sinyallerinin farkına varmak mümkün. İşte şovenizmin kendini “Yaşasın Bağımsız Türkiye!” “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganlarıyla gizlediği 1 Mayıs 2003 bütün renkliliğine karşın bu şiddetli dalganın habercisi olmuştur.
Sosyalist hareketin reformist kampında yer alanlar için söylenecek bir şey yok. Onları uyarmak gereksiz çünkü reformistler zaten uzun zamandır kendilerine yakışan yere yerleşmişlerdir. Önemli olan sosyal şovenizm ve onun yarattığı liberalizmle beslenen tasfiyeci dalganın devrimci hareketi bir bütün olarak etkileyecek olmasıdır.
Tasfiyecilik devrimci örgütten vazgeçenlerin, devrimci örgüte düşman olanların siyaseti. Ama tasfiyeci dalgayı doğuran etmenler ne olursa olsun yaşadığımız topraklardaki çelişkiler yumuşamıyor, devrimci dinamikler sönümlenmiyor. Bingöl depreminin peşi sıra yaşananlar bunun en güzel örneği. Kürtler ezilen ulus olmaya devam ettikleri sürece Bingöl’deki gibi “halkı devlete karşıtı kışkırtan provokatörler” tükenmeyecek. Üstelik gerilla hareketinin geri çekilmesinden cesaret alıp Kürt illerindeki ucuz emek gücünü yağmalamaya kalkışan Türk sermayesinin bölgeye akışının hızlandığı koşullarda “provokatörlerin” sayısı azalmayıp artacaktır. Bu durum Kürt illeri için böyleyse sermaye birikiminin ve proleterleşmenin bütün vahşiliğiyle sürdüğü batıdaki metropoller için haydi haydi geçerlidir. Ortadoğu’nun emperyalist paylaşım mücadelesinin merkezlerinden birine dönüşeceği önümüzdeki yıllar bu düzenin çelişkilerini daha da arttıracak olması da işin cabası.
Ancak tasfiyeciliğin devrim mücadelesinde yarattığı asıl tahribatın çelişkilerin yumuşatılması, ya da devrim dinamiklerinin sönümletilmesi olmadığını biliyoruz. Tasfiyeciler çelişkileri yumuşatmazlar. Tasfiyeciler derinleşen çelişkilerin harekete geçirdiği emekçi yığınları ekmekten ve sudan daha fazla ihtiyaç duydukları devrimci örgütten mahrum ederler.
Komünistlerin hedefiyse bu devrimci örgütü yaratmaktan başka bir şey değil. Bunun için de Türkiyeli sosyal şovenleri kınamak, Kürt hareketi içindeki liberallere akıl vermek değil hem şovenizme hem de liberalizme karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmek, Türkiye’de ve Kürdistan’da aynı mücadeleyi vermeye hazır olan yüzünü komünizme dönmüş örgütlü devrimcilerle bir araya gelmenin yollarını aramak gerekiyor. Şovenizmin ve liberalizmin birbirlerini büyüterek yarattığı tasfiyeci akıntıya direnmenin bundan başka bir yolu yok.