Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Aralık 2005 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.
Şemdinli ve Susurluk arasındaki benzerliklerden yola çıkanlar Şemdinli’de yaşananları “ikinci Susurluk” olarak adlandırıyor. Sadece bu durum bile Susurluk’la Şemdinli’yi karşılaştırmak için iki nedene işaret eder: Herşeyden önce, Şemdinli’nin ikinci bir Susurluk olarak görülmesi Susurluk’ta devrimci hareketin üzerine bastığı tuzakların üstüne bir kez daha basılacağı, aynı politik hataların tekrarlanacağı anlamına gelir. Bununla birlikte tutarlı ve devrimci bir eylem çizgisi izleyebilmek için sadece eski tuzaklardan haberdar olmak yetmez Susurluk’la Şemdinli arasındaki farklılıkları ayırt edip coğrafyamızdaki işçilerin ve Kürt ulusunun başına örülmek istenen yeni ve daha büyük çoraplara karşı uyanık olmak gerekir.
Şemdinli ertesinde tıpkı Susurluk sonrasında olduğu gibi bu skandal yoz ilişkiler ve çeteler bahane edilerek burjuva diktatörlüğünün kendisini yeniden yapıladırmasını, böylelikle makyaj tazelemesinin vesilesi olarak kullanılacak. Demokratikleşme, çetelerden hesap sorma, temiz toplum istemleriyle yüksek perdeden bir muhalefet yürüten liberal akımlar devrimci akımları peşine takarak düzene bağlamaya çalışacak. Susurluk’ta düzeni teşhir kaygısıyla “çeteler yargılansın” sloganlarıyla sokaklara çıkan devrimci akımlar bugüne kadarki Şemdinli’yle dayanışma eylemlerinin gösterdiği kadarıyla aynı tuzağa bir kez daha basıyorlar.
Devletin Şemdinli’de “suç üstüne yakalandığını” sevinçle karşılayan, “soğukkanlı davranarak” delillerin zarar görmesini engelleyen Yüksekova emekçilerini takdir eden sol akımların gazetecilere ve hukukçulara öykünmeleri bir diğer tuzağa işaret ediyor. Gerçekten de iş delillerin gücüne kaldıysa Şemdinli’deki rezaletin Susurluk’takinden bir kaç kat daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Yüksekova’daki patlamanın failleri gece yarısı bir kamyona değil güpegündüz Kürt emekçilere çarpmışlardır. Üstelik Yüksekova kazasının ardından güvenlik güçlerinin Susurluk’ta olduğu gibi arabanın bagajını boşaltma fırsatı da olmamıştır. Bilakis Yüksekova’da kontrgerillacıların arabalarından çıkan tüm belgelerin fotokopisi çekildi. Yine de tüm bu apaçık suç üstüye ve kuvvetli delillere rağmen Yüsekova skandalının üzerine Susurluk’ta olduğu kadar gidilmeyecek. Zira skandallardan emekçi yığınları ayaklandırmak için istifade edecek devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda patlak veren skandalların etkisini belirleyen etmen her zaman delillerin gücü değil burjuvazi içindeki güç dengeleri olacak.
Susurluk ve Şemdinli arasındaki bir diğer fark da birinci “kaza”nın Türkiye’de ikincisininse Kürdistan’da gerçekleşmiş olmasıdır. Devlet ve çete ilişkilerinin temelinde seksenli ve doksanlı yıllar boyunca Kürdistan’da yürütülen savaş olsa da bu fark basit bir coğrafi fark olarak görülemez. Susurluk sonrasında temiz toplum şiarlarıyla sokağa çıkanlar Türkiyeli emekçilerdi. Buna karşılık bugün patlamalar ertesinde sokakları dolduranlar emekçi oldukları kadar bir ezilen ulusun parçası olan Kuzey Kürdistanlı Kürtlerdi. Bu durum Şemdinli’deki tuzakların sayısını arttırıyordu. Susurluk’taki temiz toplum kampanyaları Gazi’nin devrimci rüzgarını taşıyan hareketleri temiz toplum kampanyalarıyla devrimci niteliğinden arındırdı. Bugün Şemdinli’de hareket eden kitleleri yatıştırmak isteyip, Kürtleri Yüksekova skandalı’nın soğuk kanlı takipçilerine dönüştürmek isteyenlerse sadece devrimci bir dinamiği sönümletmekle kalmıyor aynı zamanda Türk devletinin bölgedeki varlığını meşrulaştırmaya da hizmet ediyorlar.
Sol akımlar içerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Şemdinli’de de Susurluk’ta olduğu gibi bir kez daha suç üstü yakalandığını görmeyen, Türk devletinin burjuvazisinin kanlı kepazeliklerini teşhir etmekten geri duran akım yok gibi. Ancak burjuvazinin bu rezillikleriyle Türk Devleti’nin Kürdistan’daki haksız varlığı arasında bağ kuranlar parmakla sayılacak kadar azdırlar. Türk Devleti’nin kendi koyduğu kuralları ve vaaz ettiği ilkeleri bu kadar sık ve pervasızca çiğnemesine Kürtlerin Türk Devleti’nin Kürdistan’daki varlığına tepkisi ve direnişi olduğunu söyleyenler daha da azdır.
Şemdinli’de yaşananlar bugün kendi toprağında esir edilmiş bir ulusun patlaması olarak değil de yıllardır horlanmaktan, inkar edilmekten, baskı ve provokasyonla karşılaşmaktan usanmış bir halkın tepkisi olarak değerlendiriliyor. Şemdinliye bakanlar başkaldıran Kürtleri devlet kurma hakkından mahrum edilmiş bir ezilen ulus olarak değil Türkiyeli emekçilerin farklı kültürel kimliğe sahip bir parçası olarak görüyorlar.
Şemdinli’deki serhıldanı selamlayanlar arasında Ekim Devrimi’ni sahiplendikleri gibi lafta Kürt ulusundan, hatta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından söz edenler de vardır elbet. Ancak bu kesimlerin Şemdinli karşısındaki tutumu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından söz etmeyenlerden farklı değildir. Şemdinli olaylarından sonra sözüm ona Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından söz eden akımların hepsi sorumluların yargılanması talebini yükseltirken hiçbiri Türk Devleti’nin haksız varlığına son vermesi gerektiğine değinmedi bile. Halbuki haksız bir biçimde Irak’ı işgal eden Amerikalı askerlerin Yüksekova skandalı benzeri bir skandal Abu Garip cezaevinde patlak verince aynı sol akımlar sıradan Amerikan demokratları gibi Amerika’nın Irak’tan çekilmesi talebini yükseltmişlerdi. Oysa bugün Şemdinli olayı Kürdistan’ın işgaliyle bağlantılı bir sorun olarak değil Türkiye Cumhuriyeti devletinin yozlaşması ve soysuzlaşması sorunu olarak konuyor karşımıza.
Tam da bu yüzden Şemdinli’deki halk kendilerine sağduyu vaaz eden uzlaşmacı akımlara uyarak provokatörlerin cezasını kendi kurduğu mahkemelerde kendisi vermek yerine her türlü delili toplayıp Türk Devleti’nin adli makamlarına verdiği zaman bu durum bir sağduyu örneği olarak alkışlanmıştır. Kürtlerin sorumluları Türk adaletine teslim etmeleriyle birlikte kendilerini bir baskı grubuna , huysuz ve kalabalık olsa da iktidar ya da bağımsızlık istemeyen bir kitleye çevirdiğini gören olmamıştır. Aksine yapılanlar bir “Barış Serhıldanı” olduğu için, mücadeleyi Türkiyelileştirdiği için alkışlanmıştır. Böylelikle Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı lafta reddedilmese bile pratikte Türk adalet sistemine ve “Sorumlular yargılansın!” talebini yükselten sol akımlara emanet edilerek hasıraltı edilmiştir.
Bu tuzaklara basmamanın ilk koşulu elbette bütün bu pisliklerin şu ya da bu çetenin, siyasi partinin, devletin şu ya da bu organının değil bir bütün olarak burjuva düzenin ve devletinin ürünü olduğu bilinciyle teşhir etmekten geçiyor. Bugün AKP’nin Şemdinli kartını elinde koz olarak tuttuğu koşullarda Tayyip Erdoğan’ı Şemdinli’ye çağırmak, AKP’yi sorumluları yargılamadığı için teşhir etmek, sıkıştığı zaman ordunun üzerine daha da fazla gitmek isteyen AKP’yi sıkıştırmayacak tam aksine güçlendirecektir. Benzer bir biçimde ordu içinde Amerikan planlarına uygu hareket etmeyen unsurların tasfiye edildiği dönemde JİTEM’in, Kontrgerilla’nın dağıtılmasını istemek Türkiye’ye yeni bir demokrasi makyajının yapılmasını istemenin ötesine geçmez.
Bununla birlikte düzeni bir bütün olarak teşhir etmek, “sorunun sistem sorunu” olduğunu papağan gibi tekrarlamayı gerektirmez elbette. Tam aksine düzenin tüm güçlerinin karşısında olduğu, Amerikan Barışı’yla bağdaşmayacak, bütün emperyalistlerin oyununu bozacak talepler yükseltmek gerekir.
Doğrusu KöZ’ün arkasında duran komünistlerin ezilen Kürt ulusunun bir devrim dinamiği oluşturduğunu fark etmek için Şemdinli’deki gibi gelişmelerin ortaya çıkmasını beklemeye ihtiyaçları yoktur. Bilakis özellikle son üç yıldır KöZ ısrarla Kürdistan’ın barındırdığı devrim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Sadece Türk Devleti’nin değil aynı zamanda Irak, İran ve Suriye’nin de Kürdistan’ın diğer parçalarındaki haksız varlığına dikkat çekmektedir.
Kürdistan’ın özgürleşmesinin Ortadoğu’daki emperyalistlerin ve gerici burjuva diktatörlüklerinin oyunlarının bozulmasının ve Ortadoğu’nun özgürlüğe ve barışa kavuşmasının koşulu olduğunu belirten KöZ tam da bu yüzden Türkiye tüm burjuva güçlerini ve emperyalist devletlerini cepheden karşısına alan bir konumdadır. Tam da bu yüzden bir iki istisna dışında Kürt hareketleri ve sol akımlar dahil olmak üzere tüm siyasi özneler Kürdistan sorununu ezen ulus devletleri sınırları içinde çözülecek bir kimlik sorununa indirgeyerek Amerikan Barışı’yla uyum içinde ya da ona mızmızca muhalefet eden bir çizgiyi benimserken KöZ tutarlı bir anti-emperyalist hatta yürümektedir.
Ancak düzen güçlerini karşısına alan talepler ve mücadele hatları bu taleplerin arkasında duracak, bu mücadeleyi sürdürecek devrimci bir partinin olmadığı koşullarda sınırlı bir propagandif içerik taşır. Şemdinli’deki gibi gelişmeler devrimci bir parti tarafından değerlendirilmediği takdirde, hatta burjuvazi yahut oportünist akımların elinde kaldıkları takdirde kendiliklerinden devrimci sonuçlara yol açma tılsımına sahip değillerdir.
Tam da bu yüzden KöZ’ün arkasında duran komünistler önlerine yaşadıkları topraklarda bir komünist parti kurma görevini koymakla kalmıyorlar. Aynı zamanda Kürdistan’ın dört parçasında tüm emperyalist güçlere ve gerici bölge devletlerine karşı bağımsızlık mücadelesine önderlik etmek için öne çıkan Kürdistanlı komünistlerin kendi partilerini yaratmalarına yardımcı olmak için ellerindeki tüm olanakları seferber etmeye hazır olduklarını ilan ediyorlar. Ezilen Kürt yığınlarının enerjisini kısmi çıkarları için ulusal kurtuluş hareketini bölmek üzere kullanan önderliklerin iç yüzünü teşhir etmek için bile Kürdistanlı Komünistlerin bağımsız örgütlenmesi başlıbaşına bir koşuldur.
KöZ’ün arkasındaki komünistler böyle bir partinin yaratılması için ve böyle bir partiyle komünist bir dünya partisinin ortak çatısı altında birlikte savaşmak için de mücadele ediyor.