Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Aralık 2005 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.
Türkiye: AB’de Hançer, Ortadoğu’da Model
Susurluk’tan Şemdinli’ye uzanan süreç ve onun farklı aşamaları Amerika’nın Türkiye’ye yönelik planlarından bağımsız bir biçimde anlaşılamaz
Susurluk’tan Şemdinli’ye uzanan süreç ve onun farklı aşamaları Amerika’nın Türkiye’ye yönelik planlarından bağımsız bir biçimde anlaşılamaz. Zira söz konusu süreç esas olarak Amerika’nın gözetiminde ve onun Ortadoğu’ya yönelik planlarına uygun bir biçimde gelişti.
Doksanların başında Amerika Türkiye’yi Avrupa’da ve Ortadoğu’da denetimini arttırmak için kullanmaya yönelik planlar yapmaya başladı. Türkiye Avrupa Birliği’nin bağrına bir hançer gibi saplanmalı, bir yandan Avrupa Birliği’ni hızla genişleterek derinliksiz ve etkisiz bir birliğe dönüştürmeli öte yandan Almanya’nın Avrupa Birliği’nin diğer üyelerini hazmetmesini engellemeliydi. Ortadoğu’da ise kendisine işbirlikçilik edecek hükümetler yaratmaya çalışan Amerika’ya kimi zaman bir model, kimi zaman bir sıçrama tahtası, kimi zaman da paralı asker olarak hizmet etmeliydi Türkiye.
Bu planların uygulanması için herşeyden önce Türkiye’yi AB içine girilebilir bir hale getirmek, türlü bahanelerle onu Avrupa’nın dışında tutan başta Alman ve Fransız emperyalizminin direncini kırmak gerekiyordu.
Bu direncinse ekonomik ve siyasal boyutları vardı. Ekonomi düzleminde özelleştirmeler gerçekleşmeli, bütün ekonomik faaliyetler kayıt içine alınmalı, varolan kapitalist şirketlerle ekonomi dışı yollardan rekabet etmek isteyenlerin önüne geçilmeliydi. Amerika’nın bu istemlerin yerine getirilmesi için bastırmasının tek nedeni Alman ve Fransız emperyalistlerinin beklentilerini karşılanması değildi. Bu düzenlemeler aynı zamanda Amerika’nın tüm dünyada yaymaya çalıştığı serbest piyasa modeline de denk düşüyordu.
Siyasal yaşamın düzenlenmesi demokratikleşme sözcüğüyle özetlenebilir. Avrupalı emperyalistler siyasal yaşamın demokratikleşmesini, ordunun siyasal yaşam üzerinde denetiminin azaltılmasını, hukuk sisteminin “insan haklarına” uygun bir biçimde düzenlenmesini, Kürtlerin kültürel haklarının tanınmasını istiyorlardı.
Kürt sorununun bu şekilde çözülmesi sadece Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin önüne diktiği mazeretlerin aşılması için değil aynı zamanda Amerika’nın Ortadoğu’daki planlarının gerçekleştirilmesi için de gerekliydi. Ortadoğu’da Amerika’ya çalışan bir istikrarın sağlanması için Filistin sorununun göstermelik bir Filistin devletiyle çözülmesi, vatanları dört parçaya bölünmüş Kürtlerinse bağımsız ve birleşik bir devlet fikrinden vazgeçmeleri, kültürel haklarıyla yetinmeleri gerekiyordu. Ortadoğu’da Amerikan finans kapitali için dikensiz gül bahçesi olması için Kürt sorununun bu biçimde, başka bir deyişle demokratikleşme yoluyla, çözülmesi şarttı çünkü Amerika tarafından Kürt sorununun neden olduğu ayaklanmalar, bölgedeki işbirlikçisi rejimlerin ömrünü kısaltacak bir faktör olarak görülüyordu.
Ancak Amerika’nın bu planı ha deyince gerçekleştirilecek planlardan değildi. Avrupa’da ve Ortadoğu’daki planlara itiraz eden emperyalist devletler bir yana hem Türkiye hakim sınıfı içinde buna ayak direyecek unsurlar vardı hem de söz konusu dönemde varlığını sürdüren devrimci dinamikler böylesi bir projenin pürüzsüz bir biçimde uygulanmasına engeldi.
Doksanların Başında Türkiye Burjuvazisi
Herşeyden önce burjuvazi içerisinde bu reformlara ayak direyecek kesimler oluşmuştu. Bunlar özellikle Kuzey Kürdistan’da yürütülen savaş sırasında devlete açık ve örtük her türlü kirli desteği veren, Mehmet Ağar’ın deyimiyle bin operasyon yapan kesimlerdi. Genellikle MHP, kontrgerilla, özel tim ve mafya çevresinde yuvalanan bu kesimlerin devlete sundukları hizmet sadece Kürtlere yönelik düşmanca bir savaş yürütmekle sınırlı değildi. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” uzanan coğrafyada at koşturan bu kesimler devletin ve holdinglerin kirli hesaplarını gerçekleştirmek için darbeler, operasyonlar tezgahladılar ve türlü türlü entirikalar çevirdiler.
Hizmetleri karşılığında Türkiye’den geçen iki yüz milyar dolarlık uyuşturucunun Türkiye’de kalan yirmi milyon dolarlık kesiminden önemli paylar elde eden, örtülü ödeneklerden beslenen, yurt dışındaki ihalelerde önleri açılan, kumarhanelerde kara para aklayarak zenginleşmelerine göz yumulan bu mafyacıların ellerine geçen para bu kesimlerin sefahat hayatı içinde çar çur edemeyeceği kadar büyük miktarlardaydı. Dolayısıyla Sedat Peker’lerden Cavit Çağlar’lara dek uzanan yelpazedeki isimlerin kazandıkları paralar giderek çetelerinin, kara para aklayıcılarının kapitalistlere dönüşmesine yol açtı.
Amerika’nın dayattığı ekonomik ve politik plandan rahatsız olan bir diğer sermaye grubu ise yeşil sermayeydi. 12 Eylül sonrasında kendisine “yürü ya kulum” denilen tarikatlar sadece komünizm ve devrim düşmanlığı yapmıyorlardı. Hatta din ve iman aşkına kitleleri cihada çağırmaktan çok bu aşkı kullanrak çevrelerindeki müminlerden para topluyorlardı. Paralar din adına ve iman gücüyle toplansa da, biriken meblağlar elbette cami yapmak için harcanmıyordu. Aksine tarikatlar aracılığıyla toplanan sermaye Anadolu’daki burjuvaları ateşleyen bir kredi mekanizması olmuştu. Böylelikle Türkiye’de ekonomi dışı yollardan sermaye arttırma kapasitesine sahip bir başka sermaye grubu oluşmuştu: Yeşil Sermaye.
Avrupa Birliği yolunda yapılacak reformlar, Türkiye ekonomisindeki ağırlıklarını arttırmak isteyen bu iki burjuva fraksiyonunun da işine gelmiyordu. Zira AB normlarına uygun düzenlemeler yapılması, eroin trafiğinin yeniden düzenlenmesi, tarikatlar aracılığıyla sermaye arttırma yolunun kesilmesi anlamına geliyordu.
Oyunu piyasanın kurallarına göre oynamak, bu kurallar çok önceden bu yollardan geçmiş, oyunun kurallarını kendi çıkarlarına göre oluşturmuş emperyalist sermaye ile içli dışlı olan diğer iki sermaye grubu TÜSİAD ve OYAK karşısında yenilgiyi baştan kabul etmek, ekonomik büyüme döneminde artı-değerin aslan payını bu iki kıdemli burjuva fraksiyonuna kaptırmak, kriz dönemlerinde ise okkanın altına giden kesim olmak anlamına geliyordu.
Buna karşılık bu iki sermaye grubunun ve bu grupların siyaset alanındaki uzantılarının varlığı sadece Amerika’nın Türkiye’ye yönelik planlarıyla çatışmıyordu. Aynı zamanda Türkiye’nin kırk yıllık burjuva grupları olan TÜSİAD ve TSK-OYAK’ı da rahatsız ediyordu. Bu iki kesim sermayelerini uyuşturucu kaçakçıları ve tarikatçılar gibi arttıramadıkları için söz konusu kesimlerin frenlenmesini, hizaya çekilmesini istiyorlardı.
Söz konusu kesimler TÜSİAD ve TSK-OYAK’ı sadece sahip oldukları bu alternatif kredi mekanizmaları nedeniyle değil aynı zamanda yağlı özelleştirme ihalelerinde rekabeti arttırdıkları için de rahatsız ediyorlardı. Tarikatlar ve “mafya” sermayesi elinde tuttuğu ekonomik ve siyasi güce dayanarak özelleştirmelere ortak olmak istiyordu.
Sermaye gruplarının içinde TSK-OYAK mafya ve tarikat sermayesinin dizginlenmesinin açık bir destekçisi olsa da Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye dayattığı reformlara tümüyle destek vermesi mümkün değildi çünkü kendisi tarikatlar ya da doğrudan uyuşturucu kaçakçılığı yoluyla ekonomik gücünü büyütmese de ekonomi dışı imtiyazlardan faydalanıyordu. OYAK önemli vergilerden muaftı, yine subaylardan kesilen aidatlarla sermaye biriktirebiliyordu, ürünleri için tüm devlet kurumlarında özellikle de ordu içinde hazır ve garanti bir pazarı vardı. Yine ülkenin siyasi yaşamında özellikle MGK vesilesiyle sahip olduğu ağırlık nedeniyle ihalelerde önemli avantajlar sağlıyordu.
Avrupa Birliği yolundaki reformlar sadece TSK-OYAK’ın bu ekonomik imtiyazlarını ortadan kaldırmıyor ama aynı zamanda siyasi yaşamdaki denetimini büsbütün yok etmese de gevşetiyordu.
Kürt sorununda atılması gereken adımlar da cabasıydı. Devlet inkara ve imhaya dayalı bir Kürt politikasına sahip olduğu sürece ülkenin diğer siyasal sorunlarında olduğu gibi bu sorunda da son sözü Silahlı Kuvvetler’in söylemesi kaçınılmazdı. Oysa Kürt sorununun Amerika’nın öngördüğü gibi Kürtlerin kimliğini inkar etmeden onları Türkiye’ye, Irak’a, İran’a ve Suriye’ye bağlayarak geçici olarak çözüldüğü koşullar, generallerin altındaki toprağın kaymasına yol açacaktı. Zira generaller ülke siyasetinde bu denli söz sahibi olmalarını, ülkenin içinde bulunduğu bölünme tehlikesiyle açıklıyorlardı.
Buna karşılık TÜSİAD’ın Amerikan projesiyle çelişen bir tutumu yoktu, olamazdı. TÜSİAD da Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. Tarikatların, çetelerin kapitalistleşerek kendisiyle rekabete girmesinden rahatsız oluyor, ordunun sahip olduğu siyasi ayrıcalıklara dayanarak ekonomik gücünü arttırmasından yakınıyordu.
Böylelikle Susurluk’u önceleyen dönemde sermaye grupları cephesinde kısa vadede Amerika’nın Türkiye’ye yönelik hesaplarının gerçekleşmesinin önünde engel olarak iki sermaye grubu duruyordu: Yeşil Sermaye ve Mafya Sermayesi. Kalan iki sermaye grubundan biri TÜSİAD tümüyle bu reform planlarının destekçisi durumundayken TSK-OYAK ise bu planları yarı gönüllü bir biçimde destekliyordu. Söz konusu çetelerin ve tarikatçıların ayrıcalıklarını ellerinden almak olunca reform yanlısı, söz konusu kendi imtiyazlarından vaz geçmek olunca reform karşıtı oluyordu.
Bir Diğer Engel: Devrimci Dinamikler
Bununla birlikte Amerika’nın Türkiye’ye yönelik hesaplarının gerçekleşmesinin önündeki tek engel sermaye grupları değildi. Bölgedeki devrimci dinamikler de buna engeldi.
Herşeyden önemlisi her ne kadar kan kaybetmiş de olsa yaşadığımız topraklarda güçlü bir devrimci birikim ve kendini patlamalarla belli eden bir devrimci hareket vardı. 95 Gazi Ayaklanması, 96 1 Mayıs’ı bu birikimin pratikteki sonuçlarının ne olacağını gösteriyordu. Böylesi devrimci dinamiklerin bulunduğu koşullar altında insan hakları ve demokratikleşme elbette mümkün değildi. Göstermelik demokrasi makyajını yapabilmek için bu hakları istismar etmeye yeltenecek güçleri imha etmeye ya da tövbekar hale getirmeye gereksinim vardı.
Benzer bir durum devrimci dinamikleri çok daha büyük olan Kuzey Kürdistan için daha da geçerliydi. Kürt hareketini ezmeden, devrimci hedeflerden vaz geçirmeden Kürtlere kültürel haklarını tanımak elbette mümkün değildi. Zaten bu hareketin verdiği silahlı mücadele kendi başına bir istikrarsızlık nedeni olduğu için Amerika’nın bölgedeki planlarının gerçekleşebilmesi için PKK’nin de mücadele hedefi olarak çoktandır rafa kaldırdığı ayrı devlet kurma talebini mücadele yöntemi olarak da silahlı mücadeleyi kesinlikle reddetmesi, bu talepte direnen unsurların da ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Türkiye sınırları içerisinde olmamasına karşın Amerikan’ın Türkiye’ye yönelik planlarını belirleyen bir diğer faktör de Güney Kürdistan’daki Kürt dinamiğiydi. Özellikle 1991 savaşı sonrasında Güneyli Kürtler yaşadıkları topraklarda fiili bir özerklik elde etmişler, devletleşme yönünde önemli haklar kazanmışlardı. Güneyli Kürtlerin Irak’la olan bağlarını zayıflatma yolunda attığı adımlar elbette toprak bütünlüğü korunmuş bir Irak’ta kendisine işbirlikçi bir rejim yaratmaya çalışan Amerika’nın planlarıyla çelişiyordu. Ama aynı zamanda Türk Devleti’nin, özellikle dış politikalarda en fazla söz sahibi olan Genel Kurmay’ın, bu gelişmeler karşısında duyduğu tedirginlik, alerji nedeniyle üreteceği bahaneler demokratikleşmeye ayak diremesine yol açıyordu. Benzer bir durum Kürtleri ezen diğer ulus devletleri açısından da geçerliydi.
Bu yüzden Amerika Türkiye’ye yönelik planları gerçekleştirmek için sadece Türkiye’deki ve Kuzey Kürdistan’daki devrimci dinamikleri sönümletmekle yetinmemeli aynı zamanda Güneyli Kürtlerin devletleşme sürecini tersine çevirip, Irak’ın dikişlerini sağlamlaştırmalıydı. Bu bakımdan Susurluk’tan Şemdinli’ye uzanan süreç aynı zamanda emperyalist ABD’nin Ortadoğu’da Amerikan Barışını tehdit edecek dinamiklerin ehilleştirilme yolunda çaba sarf ettiği bir dönem olarak görülmelidir.