Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Aralık 2005 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.
Birinci Halka: Susurluk
Burjuva diktatörlüğünün Yüksekova’daki kazası onun kanlı ve kepaze hesaplarını bir kez daha gözler önüne serince sadece burjuva liberal çevrelere değil aynı zamanda sol akımlara da dokuz sene önce gerçekleşmiş bir başka kazayı hatırlattı. 3 Kasım 1996 yılında Susurluk’ta gece saat üç sularında siyah bir Mercedes bir kamyona çarpmıştı. Bu kazayı alalede bir kaza olmaktan çıkaran şey Mercedes’in içinde seyahat edenlerdi: MİT’le ve mafyayla yakından bağları olan devrimci katili bir faşist, onun imam nikahlı eşi, “demokrat” diye nam salmış bir polis ve korucubaşı bir milletvekili. Mercedes zırhla korunmuş olmasına karşın otomobilde yolculuk yapanlardan bu sonuncusu hariç hepsi ölmüştü. Mercedes’in içinden yeşil pasaportlar, sahte kimliklerin yanı sıra susturuculu silahlar da çıkmıştı. Bu trafik kazasının ardından iki yıl boyunca Susurluk skandalı Türkiye’nin gündemini terk etmedi.
3 Kasım’ta Susurluk’ta yaşanan kamyon kazası çete ve tarikat sermayesinin yükselişinden, bu kesimlerin sahip oldukları siyasi güçten rahatsızlık duyan TÜSİAD ve TSK-OYAK tarafından büyük bir fırsat olarak değerlendirildi. Kaza sırasında aynı Mercedes içinde bulunan kişilerin kimlikleri, Türk devletinin nasıl işlediğine dair önemli gerçekleri ifşa etse de bu kazanın kendisi burjuvazinin ört bas edemeyeceği bir skandal değildi. Daha önce bundan daha az mide bulandırıcı ve öfkelendirici olmayan olaylar açığa çıktığında, örneğin emniyet görevlilerinin Kürt köylülerine dışkı yedirdiği, Sivas katliamında kimi devlet görevlilerinin önemli roller oynadığı açığa çıktığında, bu skandallar kolayca örtbas edilmiş ya da ortaya çıktıktan kısa süre sonra unutturulmuştu.
Buna karşılık Susurluk unutturulmadı, özellikle TÜSİAD çevresinin sahip olduğu gazete ve televizonlar aracılığıyla yolsuzluklara karşı büyük bir “temiz toplum” kampanyası düzenlendi, burnu iyi koku alan burjuva solcuları sürekli aydınlık için bir dakika karanlık kampanyaları düzenlemeye başladı. Bu süreçte hedef tahtasına konan çetelerdi.
Besbelli ki bu temiz toplum kampanyasının hedefi kendisi bir çete olan devletten kurtulmak, hatta devletin pis işleri yaptırdığı yarı-askeri örgütleri bütünüyle tasfiye etmek de değildi. Amaçlanan elde ettikleri uyuşturucu gelirlerini sermayeye çeviren mafya sermayesinin yola getirilmesi, bu kesimlere oyunun yeni kurallarının hatırlatılması bu kurallara uymayanların kulağının çekilmesiydi.
Mecliste TÜSİAD ve TSK ile daha sıkı bağları olan partiler ANAP, CHP ve DSP olayların üstüne gitme, olayların aydınlatılması ve devletin çetelerden temizlenmesini istiyorlardı. Buna karşılık çetelerle daha sıkı fıkı olan Tansu Çiller’in DYPsi ise “vatan için kurşun yiyen kadar kurşun atan da şereflidir.” diyerek tasfiye edilmek istenen çeteleri sahipleniyordu. Bu kampanyanın ardından sıranın kendi efendilerine, yeşil sermayeye geleceğini anlayan, Refah Partisi de kampanyayı örtbas etmeye gayret etti.
Yürütülen kampanyaları “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye yorumlayan Amerika da bu tasfiye operasyonuna tam destek verdiğini mesajlarıyla sık sık belirtti.
Susurluk kampanyaları sadece devletin kendisini kısmen yeniden yapılandırmasını sağlamadı. Aynı zamanda Gazi’den esen, 1 Mayıs 96’da kendini açıkça belli eden rüzgarın da durulmasına hizmet etti. Varoşların öfkesi “temiz toplum” kampanyaları, ışık söndürme eylemleriyle emildi. Devrimciler politik olarak devletin temizlenmesini, sorumluların yargılanmasını isteyen liberal akımlardan farklarını ortaya koyamadı; kitlelerin özgüvenini arttıracak onları politikleştirecek eylemler örgütleyemedi; bunun yerine kent merkezlerinde kendi meşreplerine uygun eylemler düzenleyen liberallerin eylemleri öne çıktı. Sonuç varoşlardan esen yelin TÜSİAD ve OYAK’ın yelkenlerini şişirire şişire sönüp gitmesi oldu.
İkinci Halka: 28 Şubat 1997
28 Şubat 1997’deki hükümet darbesini de Susurluk’taki Amerika’nın onayı ve teşvikiyle gerçekleşen kampanyanın bir devamı saymak gerekir. Susurluk’ta mafya sermayesi yola getirilmişti, 28 Şubat darbesinin asıl hedefi ise tarikatları kredi kaynağı olarak kullanan burjuvaların ortak adı olan yeşil sermayeydi. Daha Susurluk kampanyaları noktalanmadan piyasaya bu seferde tarikatların başta seks olmak üzere türlü türlü skandallarını yansıtan kasetler piyasaya sürüldü.
Genel Kurmay, bu yıpratma operasyonuyla eş zamanlı olarak, önde gelen kapitalistlere, bürokratlara, gazetecilere Türkiye’deki şeriatçı tehdit hakkında brifingler vermeye başladı. Generaller listeler yayınlayarak şeriatçı olarak damgaladığı şirketleri kamuoyuna ilan etti; bu şirketlerin boykot edilmesi yönünde kampanyalar örgütledi. Bu kesimin sermaye liderlerinin örgütlendiği MÜSİAD başkanı ise yine yürüttüğü irticai faaliyetler nedeniyle tutuklandı. Böylelikle içinde “Anadolu Kaplanları”nın da bulunduğu yeşil sermayenin önde gelen kurumları zarar ettirildi, kimi zaman iflasa sürüklendi.
28 Şubat’tan bir kaç ay sonra Refah-Yol koalisyonunun düşmesi yeşil sermayeye yönelik operasyonu noktalamadı. Türban yasağı, önce Refah Partisi’nin sonra Fazilet Partisi’nin kapatılması, daha sonra bu hareketin eski mukaddesatçı çizgide ısrar eden Saadet Partisi ve tövbe ederek Kabe’yi Washington yapmış AKP olarak ikiye parçalanması bu operasyonun diğer parçaları oldu.
Üçüncü Halka: Devrimci Dinamiklerin Ehilleştirilmesi, Öcalan’ın Teslimi ve F-Tipleri
Türkiye’ye Amerikan barışının getirilmesinin önünde başka bir engel olarak duran Kuzey Kürdistan’daki PKK önderliğindeki gerilla hareketiydi. Her ne kadar artık bağımsız bir devlet talebini dile getirmese de silahlı mücadeleyi sürdüren bu hareketin Amerika’nın planlarıyla ters düşmeyen bir çizgiye çekilmesi PKK lideri Öcalan’ın rehin alınarak Türkiye’ye, asılmamak koşuluyla, teslim edilmesiyle sağlandı.
Öcalan İmralı’daki tutsaklığı sırasında hazırladığı Demokratik Cumhuriyet manifestosuyla bağımsız bir Kürdistan kurma mücadelesini “ilkel milliyetçilik” olarak mahkum ederek, Amerikan Barışıyla çelişmeyen bir hatta bulunduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek açıklıkta belirtti. Böylelikle Amerika ve TÜSİAD açısıdan PKK sorunu dağdaki gerillaların nasıl bir af yasasıyla topluma kazandırılacağı, bu kesimlerin siyaset yapma hakkına sahip olup olmayacağına sorununa indirgenmiş oldu.
Abdullah Öcalan’ın rehin alınmasının peşi sıra PKK’nin “ilkel milliyetçiliği” reddederek Demokratik Cumhuriyet perspektifini benimsemesi sadece Kürt hareketini etkilemedi aynı zamanda devletin Türkiyeli devrimci örgütlere yönelik zindan saldırısını tamamlamak için adımlar atmasının önünü açtı.
Demokratikleşme ve insan hakları makyajına paralel olarak devlet devrimci tutsaklara yönelik yeni bir saldırı başlattı, 1996’da geçici bir süreliğine geri alınan F-Tipleri hamlesi 1999 yılından itibaren tekrar yürürlüğe kondu. Ulucanlar ve 19 Aralık saldırılarının ardından devrimci tutsaklar ellerindeki önemli bir mevziyi yitirdiler ve artık kolektif bir yaşamı sürdürdükleri koğuşlardan zorla alınıp hücrelere hapsedildiler.
F-Tipi saldırılarıyla birlikte devrimcilere karşı kullandığı sopadaki çivi sayısını arttıran devlet, düzenin tamirciliğine soyunan reformistlere dağıttığı havuçları da çoğalttı. Avrupa Birliği’nin üyelik müzakerelerinin başlaması için dayattığı Kopenhag kriterler ivmeli bir biçimde hayata geçirilmeye başlandı.
Burjuva Siyaset Sahnesi Temizleniyor: 3 Kasım 2002 Seçimleri
Kuşkusuz burjuvazi içindeki bu rekabet ve hesaplaşma aynı zamanda burjuva partilerin eskisinden daha hızla aşınması anlamına geliyordu
Kuşkusuz burjuvazi içindeki bu rekabet ve hesaplaşma aynı zamanda burjuva partilerin eskisinden daha hızla aşınması anlamına geliyordu. Siyasi yelpazenin neresinde dururlarsa dursunlar, burjuva partileri efendileri olan emperyalistlerin ve baskın sermaye gruplarının beklentileri doğrultusunda reformları gerçekleştiriyorlardı. Ancak kuşkusuz hükümetteki partilerin hepsi emperyalistlerin isteklerini aynı süratle ve kararlılıkla gerçekleştirmedi. Örneğin MHP Öcalan’ın idamını gerçekleştiremese de reform sürecinde topu taca atmayı, özelleştirmeleri yavaşlatmayı, Kürtlerin kültürel kimliklerini tanıma yolunda atılan adımların önüne engeller çıkarmayı sürdürüyordu. Benzer bir durum Ecevit’in DSP’si için de geçerliydi.
Amerikan emperyalizminin reformları sallantıda bırakmaya niyeti yoktu. Amerika önce reformları yavaşlatma eğiliminde olanları yalnızlaştırmak için DSP içinde operasyonlar yapıp parti içinde İsmail Cem, Kemal Derviş gibi daha iyi anlaşabileceği unsurları partide etkinleştirmeye çalıştı. Ancak bu operasyonlar DSP içinde ters tepince parti ikiye bölündü. Washington merkezli operasyonun sadece DSP’yi değil kendisini de kapsadığını çok iyi bilen MHP Amerika’nın yeni gözdelerini hazırlıksız yakalama kaygısıyla erken seçim ilan etti.
Bu kararın hangi sonuçlara yol açtığını en iyi anlatan cümle belki de DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’inkiydi: “Kendimizi intihar ettik.” 3 Kasım seçimleri gerçekten de Amerikan reformlarını sürüncemede bırakmak isteyen partiler açısından bir intihar anlamına gelmişti. Zaten aşınmış olan partilerin biri dışındaki tümü seçim barajının altında kaldı.
Eski partilerden parlamentoya girme hakkını bir tek uzun yıllardır Genel Kurmay’ın parlamentodaki sözcülüğünü üstlenmeye soyunmuş CHP kazandı. Parlamentodaki ezici çoğunluğu içinse hükümet olabilmek için Amerika’nın ve TÜSİAD’ın sözünden çıkmayacağına teminat üzerine teminat vermiş AKP kazanmıştı. Bu durum bir bakımdan rakip sermaye gruplarının uşaklığına soyunmuş partileri meclisin dışına iterek TÜSİAD-TSK ittifakının Susurluk’tan beri sürdürdüğü kampanyanın zaferini tasdik ediyordu. Öte yandan 3 Kasım seçimleri yeni ve şiddetlenecek bir rekabetin TÜSİAD’la TSK-OYAK arasındaki rekabetin habercisiydi.