Taşnak Oportünistlerinin Meşum Serüveni: Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler – 2

0

Bu yazı KöZ’ün Nisan 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.

Taşnak Oportünistlerinin Meşum Serüveni

Tam  Türkçesi  Ermeni  Devrimci  Federasyonu olan  Taşnaksutyun  veya  kısaca  Taşnak  Partisi, 1890’da  kurulmuştur.  1894-1896  arasındaki  kıyım hareketine karşı ilk tepki ve eylemlerin ardındaki başlıca Ermeni örgütü de oydu. Ondan daha eski olan  Hınçak  komitesi  ise  o  dönemde  faaliyetini ve  varlığını  daha  çok  Rusya  egemenliği  altındaki Ermenistan topraklarına (kısmen de Çukurova-Kilikya’ya)   kaydırmış   durumdaydı.   Bu   dönemde Doğu Anadolu yahut Batı Ermenistan’daki birçok eylemde  Taşnakların  imzası  vardı.  Hatta  1905’te Sultan Hamid’e karşı başarısız kalan ve ‘Yıldız Suikasti’  diye  de  bilinen  suikast  hazırlığında  bizzat partinin  kurucularından  Mikaelyan  elinde  patlayan bomba nedeniyle hayatını kaybetmişti.

Aynı  dönemde  Taşnak  partisi  taraftarları  Rusya’daki  1905  devriminde  de  etkin  bir  rol  almıştı. 1905  devriminin  bastırılmasının  yanı  sıra,  Yıldız Suikasti’nin   başarısızlıkla sonuçlanmasını   takip eden  genel  geri  çekilme  döneminde  Taşnaklar, yeni  bir  yönelim  benimsedi.  Partinin  1907  kongresinden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Jön Türk hareketi ile, yani hem İttihat Terakkiciler hem de Hürriyet ve İtilafçılarla ortak çalışmaya karar verdiler (Kürtlerden aynı tarafa yüzünü dönenler ise [Seyyit Abdülkadir gibi] daha çok ikincilerle ilişkideydi; İttihatçı olanlar Ziya Gökalp gibilerdi).

Böylece  Taşnaklar  1908  burjuva  devriminde de  aktif  olarak  yer  aldılar.  Onu  takiben  kurulan meşruti  monarşi  rejiminde  de  İttihat  ve  Terakki ile koalisyon halinde idiler (Seyyit Abdülkadir de aynı dönemde bir tür senato gibi görülmesi gereken Ayan Meclisi üyesi idi).

Bu nedenle Taşnak Partisi, Abdülhamid’i padişah olarak kabul edip, onun meclisinde ve hükümetinde bizzat yer almakla, hem fiilen birleşik ve bağımsız  Ermenistan  hedefini  kağıt  üzerinde  bırakmak,  hem  de  bu  koalisyon  uğruna  1894-1896 kıyımının üstünü örtmeye fiilen razı olmuştu.

Ancak,  İttihat  Terakki’ye  karşı  tertiplenen  31 Mart  vakası  bu ittifakı  daha  balayı  döneminde bozacak bir dinamik yarattı. İstanbul’daki Abdülhamid  taraftarı  bu  gerici  ayaklanma  eşzamanlı olarak,  Ermenilerin  de  o  zamanlarda  pek  yoğun olduğu  Çukurova’da  Ermenilere  karşı  şoven  bir iklimin  gelmesine  vesile  oldu.  Ama  nispeten  örgütlü  ve  güçlü  olan  Ermeniler,  Hınçak  komitesi üyesi  olan  Papaz  Muşeg  önderliğinde  bu  dönemeci bir ayaklanmaya çevirmek istediler.

Hem gerici İslamcı bir hareketin yarattığı tedirginlikten  hem  de  merkezi  hükümetin  zayıflamasından yararlandılar. Bölgedeki Taşnak ve Hınçak taraftarlarının kilisenin de yardımıyla ittifak etmesi sayesinde de az çok ciddi bir tehdit oluşturdular.

Ama,  Selanik’ten  yola  çıkıp  İstanbul’a  giren Harekat  Ordusu  iki  hafta  içinde  isyanı  bastırıp, Abdülhamid’i de azledince İttihat Terakki ve onu destekleyen   Taşnaklar   nihayet   asıl   darbelerini yapmışlardı.   İttihatçılar   sadece   Abdülhamit’ten kurtulmakla kalmadılar.

Rakipleri  olan  Hürriyet  ve  İtilafçıların  da  nispeten zayıflamasını sağlamış ve kendi tayin ettikleri bir padişahla daha güçlü ve otoriter bir rejimi oturtmuşlardı.  Taşnaklar  da  bu  sürecin  figüranı durumundaydı.

Yeni  rejimin  niteliği  en  çarpıcı  biçimde  Adana’da  görüldü.  İstanbul’da  Abdülhamid  taraftarlarını  ezen  hükümet,  Adana’da  aynı  gericilerden yararlanarak  isyana  kalkışan  Ermenilerin  üzerine organize bir biçimde çullandı.

Şeklen bakılırsa 1909’da Adana’da gelişen katliam,  bazı  bakımlardan  Maraş  katliamını  yahut Madımak  katliamını  andırır.  Ama  bunlarla  kıyas kabul edilmeyecek kadar çok daha geniş kapsamlı  ve  yıkıcı  olan  bu  katliamda  Adana’nın  zengin Ermeni  mahallelerinde  taş  taş  üstünde  kalmamış ve sonuçta 30 bin civarında Ermeni katledilmişti. Böylece  Ermenilerin  Çukurova’daki  uzun  yıllara dayanan varlığını sona erdirecek sürecin en esaslı hamlesi yapılmıştır.

Adana’daki  Ermeni  nüfusunun  ortadan  kaldırılması  aynı  zamanda  yaşadığımız  topraklardaki sermaye  birikim  sürecini  kökten  etkileyecek  bir değişimin de yolunu döşemiştir. Ermenilere yönelik bu kampanya ile birlikte Ermeniler topraklarını yok pahasına elden çıkarmak zorunda kalmış, çoğu  zaman  da  bunu  bile  yapmaya  fırsat  bulamadan   terk-i   diyar   eylemişlerdir.   Çukurova’nın bereketli   arazilerinin   el   değiştirmesiyle   birlikte bu arazileri yağmalayan başta Sabancılar ve Karamehmetler  olmak  üzere  Türk  burjuvazisinin  önü açılmış oldu. Böylelikle Ermenilere yönelik kırım ve kıyımlar Türk burjuvazisi açısından sermayenin ilkel birikimini yerine getirmiş oldu.

Bu olayla daha sonraki Maraş ve benzeri katliamlar arasındaki benzerlik ise genellikle solcuların yaptığı gibi, katliam ortak paydasından ziyade devletin bu katliamdaki rolü bakımındandır. Hatta sonraki küçük örneklerin ardında aynı yöntem ve zihniyetin olduğunu düşünmemek elde değildir.

Bu süreçte İttihatçılar hem 31 Mart’ın gerici ve şoven  iklimden  yararlanarak  isyancı  Ermenilerin üzerine görülmemiş bir sertlikle çullandılar. Hem de  bu  dinci  güruhu  tahrik  edenlerin  “densiz  Ermeniler”  olduğunu  bahane  ederek  asıl  baskı  ve katliam  tedbirlerini  onlara  karşı  uyguladılar.  Bütün bu süreç o zamanın kıt iletişim imkanlarında, parmak  ısırtacak  bir  organizasyonla,  İstanbul’un düzenli  şifreli  telgraflarıyla  ve  özel  olarak  tayin edilmiş komutanlar eliyle yürütüldü.

İttihatçılar bir yandan katliamın faillerinin tıpkı 31 Martçılar gibi ‘fanatik İslamcılar’ olduğunu söylemeye devam ediyor ve el altından onları kışkırtıp asıl sistematik katliam ve yıkımları kendilerinin yaptığını perdeliyorlardı.

Sonuçta hala 31 Mart’a karşı zafer hülyası içinde  olan  Taşnakların  da  gönlünü  almak  ve  asıl failleri  gizlendikleri  yerde  rahat  bırakmak  üzere,  tahkikatlar  başlatıldı  ve  katliamın  sorumluları güya  yakalanmaya  çalışıldı.  Ama  taş  üstünde  taş bırakmayan  bu  sözüm  ona  örgütsüz  biçimde  ve kendiliğinden isyan eden güruh bir türlü bulunamadı. Kayıtlara göre yüzde yirmisi Müslüman altmışı Hristiyan olmak üzere, toplam 225 kişi tutuklanıp kurulan  Özel  Divanı  Harp  mahkemesinde  yargılandı.

Bunlardan 9’u Müslüman 6’sı Hristiyan olmak üzere  15’i  idam  cezasına  çarptırıldı  ve  bu  cezalar  infaz  edildi.  6  kişi  de  15  yıl  kürek  cezasına mahkûm edildi. Daha sonra başka yargılamalar ve cezalar  geldiyse  de  olay  esas  olarak  bu  tabloyla kapatıldı.

Bu  tablodan  anlaşılacağına  göre,  on  binlerce Ermeni’nin  katledildiği  olay,  karşılıklı  bir  çatışma olarak  mütalaa  edilmiş  ve  “bir  sağdan  bir  soldan astık”  diyen  12  Eylülcülerin  sonradan  yapacağı gibi kapatılmıştır.

İşte  asıl  Maraş  ve  Madımak  ile  1909  Adana Katliamı arasındaki benzerlik ve ortak payda tam burada görülmelidir.

O devlet hala yerli yerindedir ve aynı biçimde iş  görmektedir.  Hatta  en  son  Hrant  Dink  davasında  görüldüğü  gibi  sözüm  ona  bağımsız  yargı da hala aynı işi görmeye devam etmektedir. Ama ne ilginçtir ki hem Maraş’ta, hem Sivas’ta iki kere aynı senaryoda yer alıp, hükümeti terk etmek durumunda kalan sosyal demokratlar ile o zamanki Taşnaklar  arasında  da  bir  benzerlik  görmemek mümkün değil.

Her ne kadar Nisan 1909’da Adana’da gelişen olaylar genel olarak Ermeniler arasında İttihatçılar hakkındaki yanılsamaların yıkılmasına yol açtıysa da  Taşnaklarla  İttihatçılar  arasındaki  bu  oportünist  ittifakın  resmen  yıkılmasına  yol  açmadı.  Zira o  ittifak  başka  oportünist  ittifaklarda  olduğu  gibi Ermeni halkının ulusal çıkarları üzerine değil, Abdülhamit karşıtlığına dayanıyordu.

Bu nedenle Taşnaklar nispeten yarım gönülle de olsa İttihatçı hükümeti desteklemeyi sürdürdüler. Zira Fransız emperyalizmiyle içli dışlı oldukları için ve sonuçta Fransa saflarında savaşa girmeyi hayal  ettikleri  için  bu  ittifakı  bozmaya  yanaşmamaktaydılar.

Oysa iktidarı tamamen eline geçiren İttihat ve Terakki Fransızların da bu ittifakı istememesinden yararlanarak  ve  kendi  dar  çıkarlarına  da  uygun olarak, karşı kampa yöneldi.

Bu  durumda  dahi  Taşnak  partisinin  tamamı Osmanlı  İmparatorluğu’nun  Fransa’nın  dâhil  olduğu İtilaf yahut Antant Bloku’nun karşısında yer almasına rağmen bir bütün olarak tutum alamadı. Parti  1914  Erzurum  Kurultayı’nda  Osmanlı  Devleti’ni  destekleme  kararı  aldı.  İşte  örgüt  ancak bunun  üzerine  bölündü  ve  bir  kanat  Osmanlı’ya karşı  Rusya  saflarında  savaşmayı  seçti.  Bazı  Taşnaksutyun taraftarları Fransız yabancı lejyonunda, bazıları  da  doğrudan  doğruya  Çarlık  ordusunda savaşa katıldı. Sivil Ermeniler de daha çok bu kesimi  doğrudan  yahut  dolaylı  olarak  destekleyen bir tutum aldılar.

Demek ki Taşnak partisinin bütün unsurlarıyla Osmanlı  devleti  ve  İttihat  Terakki  ile  tam  ve  kesin  kopuşu  savaşın  başlamasıyla  bile  sona  ermiş değildi. Ta ki Nisan 1915’te Van’da yine bir Ermeni  ayaklanması  baş  gösterene  kadar.  Enver  Paşa komutasındaki  Osmanlı  ordusunun  Sarıkamış’ta bir  çatışmaya  dahi  girmeden  90  bin  askerin  telef olmasıyla dağılmasının ardından, bölgedeki Ermeniler arasında haliyle bir fırsat doğmuştu.

Bunun  üzerine,  Taşnak  taraftarları  ve  militanlarından  oluşan  ve  Çarlık  ordusuna  bağlı  Ermeni Gönüllü  Alayı  tarafından  örgütlenip  desteklenen bir ayaklanma patladı. Bu ayaklanmanın kıvılcımını  çakan  ise  esasen  Sarıkamış’ın  ezikliği  içindeki İttihatçılar oldu.

Enver Paşa’nın kayınbiraderi olan Cevdet Bey Van’a tayin edilmişti. İşkence ettirdiği Ermenilerin tabanına  nal  çaktırması  nedeniyle  ‘Başkale  nalbantı’  diye  de  anılan  ve  “Van’daki  Ermenileri  de Azerbaycan’daki Ermeni ve Süryaniler gibi temizlemek gerekir” dediği rivayet edilen vali, 4 Nisan 1915’te  belli  başlı  Ermeni  mahallelerinden  Bahçe Mahallesi’ni   kuşattırınca,   Ermeniler   bir   direniş başlattı  ve  direniş  ayaklanmaya  dönüştü.  Ayaklananlar bir süre boyunca Van’da denetimi ellerine geçirdiler.  Sonrasında  başka  cephelerden  takviye edilen Osmanlı birlikleri müdahale etti ve on binlerce  Ermeni’nin  katledilmesiyle  sonuçlanan  bir harekâtla ayaklanmayı bastırdı.

Bu  noktadan  sonra  Osmanlı  Devleti,  müttefiki  Prusya  komutanlarının  da  öneri  ve  baskısı  ile bölgeyi ‘Ermenilerden’ tamamen temizlemeye karar  verdi.  1915  yılının  Şubatında  çıkarılan  ‘Tehcir Kanunu’  ile  yüz  binlerce  Ermeni’nin  katledilmesine  varacak  olan  büyük  ‘etnik  temizlik  harekâtı’ böylece başladı. İşte yüz binlerce Ermeni’nin Batı Ermenistan’dan güneye doğru sürülmesi ve bu süreçte yüz binlercesinin katledilmesi bu dönemeçten itibaren başlar.

Bu  dönemeç  aynı  zamanda  Taşnakların  nihayet İttihat Terakki ve Osmanlı devletiyle ilişkilerini bir bütün olarak ve kesin olarak kestiği dönemeçtir.  Bunun  için  çok  geç  olduğunu  ise  söylemeye bile gerek yoktur.

Hala  Taşnaksutyun  mirasçılarının  egemen  olduğu   Ermeni   diasporasının   asıl   Ermeni   kıyımı (sonradan da jenosit) diye 1915 Nisanı’ndan itibaren  gelişen  kıyımı  anmasının  asıl  nedenlerinden biri de bu gecikmeye yol açan oportünist politikaların üzerini örtme gayretidir.

Bunun  öncesindeki  kitlesel  kıyım  ve  katliamların üzerini örtülmek istenmesinin ardındaki asıl neden de budur.

Kuşkusuz bir proleter devriminde olduğu gibi, bir  ulusal  kurtuluş  hareketinin  zafere  ulaşmasında da önderliğin belirleyici bir rolü vardır. Gerek Ermenistan  gerekse  de  Kürdistan  bağlamında  bu etkenin eksik olduğu, hatta aksi yönde bir rol oynadığını da söylemek gerekir. Ne var ki, Nasreddin  Hoca  fıkrasındaki  gibi,  “hırsızın  hiç  mi  suçu yok?” diye sormamak olmaz.

 Emperyalistlerin Ermenilerin Katledilmesindeki Sorumlulukları

Ermenistan  sorununun  hiç  değilse  Batı  Ermenistan  bağlamında  boğulup,  oportünist  manevralara  kurban  edilmesinin  bütün  sorumluluğunu Taşnaksutyun’un  üzerine  atmak  ve  emperyalist güçlerin  bu  çerçevede  aynı  istikametteki  rolünü görmezden gelmek olmaz. Zira Antant Bloku’nun ve  bilhassa  Fransız  emperyalizminin  bu  sürecin her  aşamasında  tayin  edici  bir  rolü  vardır.  Bu meşum  rol  sadece  Ermenistan’ın  bağımsızlığı  ve Ermenilerin  özgürlüğü  hedefine  darbe  vurmakla kalmamış, aynı zamanda başta Kürt ulusal mücadelesi  olmak  üzere  başka  ulusal  hareketlerin  de bastırılmasına yol açmıştır.

Kaldı ki, ulusal kurtuluş hareketlerinin uluslararası  proletaryayla  birlikte  dünya  proleter  devriminin temel öznelerinden olduğu ve söz konusu çağın  emperyalizm  ve  proleter  devrimleri  çağı olduğu  akıldan  çıkarılmazsa,  emperyalizmin  bu süreçte  başka  bir  rol  oynamasını  beklemek  ahmaklık olurdu.

Birinci  emperyalist  paylaşım  savaşı  bir  yandan  belli  başlı  emperyalist  merkezlerin  dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşması için bir dünya  savaşını  ifade  ediyorsa,  elbette  bu  süreç  aynı zamanda  dünya  çapında  bir  dizi  devrim  ve  karşı devrimle belirlenecekti; nitekim öyle de oldu. Ermenistan  ve  Kürdistan’da  olup  bitenler  de  tastamam bu çerçevededir.

Her şeyden önce, savaşın başında Antant Bloku’nu  oluşturacak  olan  Fransız  ve  İngiliz  emperyalistleriyle  müttefikleri  Çarlık  Rusyası  arasında savaş  sonrasında  kimlerin  nereleri  nasıl  paylaşacağına  dair  bir  planın  yapıldığı  Rus  devrimi  sayesinde  ortaya  çıkan  Sykes-Picot  anlaşmasından öğrenilmiş bulunuyor.

Buna  bakılınca  Batı  Ermenistan,  Kürdistan  ve genel olarak Ortadoğu’da özel olarak da Osmanlı  İmparatorluğu  için  neyin  öngörüldüğü  açıktır. Bilhassa  Düyunu  Umumiye  borçlarının  yarıdan fazlasında  alacaklı  görünen  Fransa’nın  bu  alanda en fazla çıkarı olan emperyalist güç olduğu da o kadar açık olmalıdır. Fransa’nın hem İngilizler gibi Osmanlı topraklarının bir kısmına doğrudan doğruya el koyma planları vardır.

Bu,  daha  dünya  savaşı  başlamadan  önce  uygulanmaya  başlamış  bir  paylaşım  planıdır.  Hem de  Osmanlı  borçlarının  sorumluluğunu  üstlenip, ödeyebilecek bir devletin varlığı en büyük alacaklı olan Fransa bakımından önem taşımaktadır.

Antant  devletlerinin  parçalanıp  küçültülmüş, ama aynı zamanda emperyalistlere olan borçlarını kendi  halklarını  soyup  soğana  çevirerek  ödeyecek  güdük  bir  Osmanlı  devletine  ihtiyacı  olduğu  anlaşılmaktadır.  Nitekim  Osmanlı’nın  mirasını devralan TC bu tarife pek uygundur. Osmanlı’nın ve  Taşnak  partisinin  Fransızların  safında  savaşa girme  hayallerinin  suya  düşmesi  ve  bu  yöndeki taleplerin   Fransa   tarafından   sistematik   biçimde reddedilmesi de bundandır.

93  Harbi  diye  anılan  1877-1878  Osmanlı-Rus Savaşı’nın, Osmanlı İmparatorluğunun hezimetiyle  sonlanmasına  kadar,  İngiliz  ve  Fransız  emperyalistlerinin  Rusya’ya  karşı  Osmanlı’yı  destekledikleri doğrudur.

Ama  bu  dönemeçten  itibaren  Osmanlı’yı  terk edip, Rusya ile ittifak etmeye karar verdiklerini de görmek  gerekir.  İlk  dünya  çapındaki  emperyalist paylaşım  savaşının  taraflarından  biri  olan  Antant Bloku  nihai  olarak  bu  süreçte  oluştu.  Osmanlı İmparatorluğu  da  aksini  umut  ederken,  kendini Almanya,  Avusturya-Macaristan  ve  Bulgaristan’la birlikte İttifak/Mihver Bloku içinde buldu.

Ne var ki, Rus Devrimi savaş hakkındaki emperyalist  planları  ciddi  bir  biçimde  etkileyen  bir gelişme olmuştur.

Rusya’nın  müttefikleri  açısından  olduğu  gibi, savaşta  Rusya’nın  galip  gelmesi  olasılığına  göre hesap  yapan  Ermeni  ve  hatta  bazı  Kürt  aşiretleri de bu nedenle bir boşluk içinde kalmıştır.

Bununla  birlikte,  Rus  devriminin  bir  uzantısı olarak 1917’de ortaya çıkan Erzincan Kürt-Ermeni Şurası bu anlamda yeni bir açılım oluşturdu. Ama tam anlamıyla böyle bir gelişmeye hazırlıklı olmayan ve daha çok galip devletlerin himayesinde bir çıkış  yolu  gözleyen  Ermenilerle  Kürtler  bu  fırsatı kendi kaderlerini tayin etme yönünde kullanamamıştır.

Buna  karşılık,  devrimin  ardından  Rusya  Sovyet  Sosyalist  Federasyonu  Almanya’nın  yanı  sıra Osmanlı ile de savaşı keserek dengeleri alt üst etmiştir. Böylece, Antant emperyalistleri müttefikleri olan  Çarlık  rejimini  yıkarak  yerine  geçen  Sovyet cumhuriyetini baş düşman ilan etmiştir. Yani paylaşım  savaşının  bittiği  ve  paylaşımın  yapılacağı noktada  kendilerini  yeni  bir  savaşın  içinde  bulmuşlardır. İngiliz ve Fransız emperyalistleri evvela bizzat kendi silahlı kuvvetleriyle Sovyet devrimine karşı savaşta yer alma niyetindeydi. Bununla birlikte,  bozgunculuk  hareketinin  kendi  birliklerine bulaşması tehlikesini sezdikleri anda bundan vazgeçmek zorunda kalmışlardır.

Rusya’da eski Çarlık subaylarının komutası altında  ve  daha  çok  Çarlık  rejiminin  en  geri  kesimlerini  oluşturan yığınlardan  asker  devşirerek  karşı-devrim  orduları  örgütlenmesine yönelmişlerdir.

Bu devrimin etkisinin olduğu Doğu Anadolu’da da benzer arayışlara  girmişlerdir;  Mondros  Mütarekesi’ne  ve  padişaha  bağlılığını ilan ederek başlayan Kuvayı Milliye hareketi de bu arayışa bir yanıttır.  Bu  bakımdan  Kuvayı  Milliye  paşalarıyla  Denikin,  Wrangel,  Yudeniç gibi Beyaz Ordu komutanları arasında bir benzerlik kurmak yanlış  olmaz.  Her  ne  kadar  Kuvayı  Milliyeciler  doğrudan  doğruya Kızıl Ordu’ya karşı savaşmaktansa Kürtlere ve TKP’ye karşı savaşmış olsa da…..

Bu çerçevede Osmanlı’nın mirasçısı olarak Sovyet cumhuriyetlerine karşı savaşan ve kendilerini İttihatçılardan ayıran Kuvayı Milliyeciler, Antant devletlerinin müttefiki yahut maşası haline gelirken, Ekim  Devrimi  ile  şu  ya  da  bu  biçimde  ilişkili  yahut  ulusal  bağımsızlık amacı güden tüm siyasi hareketler de bu yeni karşı-devrimci ittifakın hedef tahtasına oturmuştur.

Böylece Kuvayı Mİlliyeciler İngilizlerin talimatıyla Erzincan şurasına saldırırken, Taşnak oportünistleri de Fransız emperyalistlerinin yedeğinde,  Fransız  Yabancı  Lejyonu  saflarında,  Erzincan  Şurası’nı terk  etmişlerdir.  Batı  Ermenistan’ın  kurtuluşu  ve  Ermenistan’ın  birliği  mücadelesini  terk  ederek  Fransız  himayesi  altındaki  Kilikya’ya yönelmişlerdir.

Böylece  Kürtleri  de  Kuvayı  Milliye’nin  karşısında  yalnız  bırakmışlardır (küçük ama kayıt düşülmesini gerektirecek kadar anlamlı bir  Ermeni  grubu  ise  Dersim’e  kadar  Kürtlerle  birlikte  olmuştur). Bir  başka  deyişle  karşı-devrimci  Ermeni  oportünistleri  hem  kendi ulusal  davalarına  hem  de  Kürtlerin  ulusal  kurtuluş  mücadelesine ihanet etmiştir.

Daha sonra Fransız emperyalistleri Düyunu Umumiye alacaklarını uzun vadede güvence altına almak ve başka uzun vadeli emperyalist  hedefleri  uğruna  bu  hain  oportünistleri  ortada  bıraktığı  gibi, azınlık  hakları  ile  yetinmeye  veya  sürgünde  yaşamaya  mecbur  bırakmışlardır. Onlar da kendi geçmişlerindeki oportünist hatalarıyla yüzleşmektense,  yeni  efendilerinin  çıkarlarına  şu  ya  da  bu  yoldan hizmet etmek üzere yeni ve onursuz bir köleliği seçmiştir.

Ermeni ulusal sorununu 1915 Jenosidi çerçevesinde tutma konusundaki tutumun gizlediği gerçeklerden biri de budur.

 

 

Paylaş