Bu yazı KöZ’ün Nisan 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.
Taşnak Oportünistlerinin Meşum Serüveni
Tam Türkçesi Ermeni Devrimci Federasyonu olan Taşnaksutyun veya kısaca Taşnak Partisi, 1890’da kurulmuştur. 1894-1896 arasındaki kıyım hareketine karşı ilk tepki ve eylemlerin ardındaki başlıca Ermeni örgütü de oydu. Ondan daha eski olan Hınçak komitesi ise o dönemde faaliyetini ve varlığını daha çok Rusya egemenliği altındaki Ermenistan topraklarına (kısmen de Çukurova-Kilikya’ya) kaydırmış durumdaydı. Bu dönemde Doğu Anadolu yahut Batı Ermenistan’daki birçok eylemde Taşnakların imzası vardı. Hatta 1905’te Sultan Hamid’e karşı başarısız kalan ve ‘Yıldız Suikasti’ diye de bilinen suikast hazırlığında bizzat partinin kurucularından Mikaelyan elinde patlayan bomba nedeniyle hayatını kaybetmişti.
Aynı dönemde Taşnak partisi taraftarları Rusya’daki 1905 devriminde de etkin bir rol almıştı. 1905 devriminin bastırılmasının yanı sıra, Yıldız Suikasti’nin başarısızlıkla sonuçlanmasını takip eden genel geri çekilme döneminde Taşnaklar, yeni bir yönelim benimsedi. Partinin 1907 kongresinden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Jön Türk hareketi ile, yani hem İttihat Terakkiciler hem de Hürriyet ve İtilafçılarla ortak çalışmaya karar verdiler (Kürtlerden aynı tarafa yüzünü dönenler ise [Seyyit Abdülkadir gibi] daha çok ikincilerle ilişkideydi; İttihatçı olanlar Ziya Gökalp gibilerdi).
Böylece Taşnaklar 1908 burjuva devriminde de aktif olarak yer aldılar. Onu takiben kurulan meşruti monarşi rejiminde de İttihat ve Terakki ile koalisyon halinde idiler (Seyyit Abdülkadir de aynı dönemde bir tür senato gibi görülmesi gereken Ayan Meclisi üyesi idi).
Bu nedenle Taşnak Partisi, Abdülhamid’i padişah olarak kabul edip, onun meclisinde ve hükümetinde bizzat yer almakla, hem fiilen birleşik ve bağımsız Ermenistan hedefini kağıt üzerinde bırakmak, hem de bu koalisyon uğruna 1894-1896 kıyımının üstünü örtmeye fiilen razı olmuştu.
Ancak, İttihat Terakki’ye karşı tertiplenen 31 Mart vakası bu ittifakı daha balayı döneminde bozacak bir dinamik yarattı. İstanbul’daki Abdülhamid taraftarı bu gerici ayaklanma eşzamanlı olarak, Ermenilerin de o zamanlarda pek yoğun olduğu Çukurova’da Ermenilere karşı şoven bir iklimin gelmesine vesile oldu. Ama nispeten örgütlü ve güçlü olan Ermeniler, Hınçak komitesi üyesi olan Papaz Muşeg önderliğinde bu dönemeci bir ayaklanmaya çevirmek istediler.
Hem gerici İslamcı bir hareketin yarattığı tedirginlikten hem de merkezi hükümetin zayıflamasından yararlandılar. Bölgedeki Taşnak ve Hınçak taraftarlarının kilisenin de yardımıyla ittifak etmesi sayesinde de az çok ciddi bir tehdit oluşturdular.
Ama, Selanik’ten yola çıkıp İstanbul’a giren Harekat Ordusu iki hafta içinde isyanı bastırıp, Abdülhamid’i de azledince İttihat Terakki ve onu destekleyen Taşnaklar nihayet asıl darbelerini yapmışlardı. İttihatçılar sadece Abdülhamit’ten kurtulmakla kalmadılar.
Rakipleri olan Hürriyet ve İtilafçıların da nispeten zayıflamasını sağlamış ve kendi tayin ettikleri bir padişahla daha güçlü ve otoriter bir rejimi oturtmuşlardı. Taşnaklar da bu sürecin figüranı durumundaydı.
Yeni rejimin niteliği en çarpıcı biçimde Adana’da görüldü. İstanbul’da Abdülhamid taraftarlarını ezen hükümet, Adana’da aynı gericilerden yararlanarak isyana kalkışan Ermenilerin üzerine organize bir biçimde çullandı.
Şeklen bakılırsa 1909’da Adana’da gelişen katliam, bazı bakımlardan Maraş katliamını yahut Madımak katliamını andırır. Ama bunlarla kıyas kabul edilmeyecek kadar çok daha geniş kapsamlı ve yıkıcı olan bu katliamda Adana’nın zengin Ermeni mahallelerinde taş taş üstünde kalmamış ve sonuçta 30 bin civarında Ermeni katledilmişti. Böylece Ermenilerin Çukurova’daki uzun yıllara dayanan varlığını sona erdirecek sürecin en esaslı hamlesi yapılmıştır.
Adana’daki Ermeni nüfusunun ortadan kaldırılması aynı zamanda yaşadığımız topraklardaki sermaye birikim sürecini kökten etkileyecek bir değişimin de yolunu döşemiştir. Ermenilere yönelik bu kampanya ile birlikte Ermeniler topraklarını yok pahasına elden çıkarmak zorunda kalmış, çoğu zaman da bunu bile yapmaya fırsat bulamadan terk-i diyar eylemişlerdir. Çukurova’nın bereketli arazilerinin el değiştirmesiyle birlikte bu arazileri yağmalayan başta Sabancılar ve Karamehmetler olmak üzere Türk burjuvazisinin önü açılmış oldu. Böylelikle Ermenilere yönelik kırım ve kıyımlar Türk burjuvazisi açısından sermayenin ilkel birikimini yerine getirmiş oldu.
Bu olayla daha sonraki Maraş ve benzeri katliamlar arasındaki benzerlik ise genellikle solcuların yaptığı gibi, katliam ortak paydasından ziyade devletin bu katliamdaki rolü bakımındandır. Hatta sonraki küçük örneklerin ardında aynı yöntem ve zihniyetin olduğunu düşünmemek elde değildir.
Bu süreçte İttihatçılar hem 31 Mart’ın gerici ve şoven iklimden yararlanarak isyancı Ermenilerin üzerine görülmemiş bir sertlikle çullandılar. Hem de bu dinci güruhu tahrik edenlerin “densiz Ermeniler” olduğunu bahane ederek asıl baskı ve katliam tedbirlerini onlara karşı uyguladılar. Bütün bu süreç o zamanın kıt iletişim imkanlarında, parmak ısırtacak bir organizasyonla, İstanbul’un düzenli şifreli telgraflarıyla ve özel olarak tayin edilmiş komutanlar eliyle yürütüldü.
İttihatçılar bir yandan katliamın faillerinin tıpkı 31 Martçılar gibi ‘fanatik İslamcılar’ olduğunu söylemeye devam ediyor ve el altından onları kışkırtıp asıl sistematik katliam ve yıkımları kendilerinin yaptığını perdeliyorlardı.
Sonuçta hala 31 Mart’a karşı zafer hülyası içinde olan Taşnakların da gönlünü almak ve asıl failleri gizlendikleri yerde rahat bırakmak üzere, tahkikatlar başlatıldı ve katliamın sorumluları güya yakalanmaya çalışıldı. Ama taş üstünde taş bırakmayan bu sözüm ona örgütsüz biçimde ve kendiliğinden isyan eden güruh bir türlü bulunamadı. Kayıtlara göre yüzde yirmisi Müslüman altmışı Hristiyan olmak üzere, toplam 225 kişi tutuklanıp kurulan Özel Divanı Harp mahkemesinde yargılandı.
Bunlardan 9’u Müslüman 6’sı Hristiyan olmak üzere 15’i idam cezasına çarptırıldı ve bu cezalar infaz edildi. 6 kişi de 15 yıl kürek cezasına mahkûm edildi. Daha sonra başka yargılamalar ve cezalar geldiyse de olay esas olarak bu tabloyla kapatıldı.
Bu tablodan anlaşılacağına göre, on binlerce Ermeni’nin katledildiği olay, karşılıklı bir çatışma olarak mütalaa edilmiş ve “bir sağdan bir soldan astık” diyen 12 Eylülcülerin sonradan yapacağı gibi kapatılmıştır.
İşte asıl Maraş ve Madımak ile 1909 Adana Katliamı arasındaki benzerlik ve ortak payda tam burada görülmelidir.
O devlet hala yerli yerindedir ve aynı biçimde iş görmektedir. Hatta en son Hrant Dink davasında görüldüğü gibi sözüm ona bağımsız yargı da hala aynı işi görmeye devam etmektedir. Ama ne ilginçtir ki hem Maraş’ta, hem Sivas’ta iki kere aynı senaryoda yer alıp, hükümeti terk etmek durumunda kalan sosyal demokratlar ile o zamanki Taşnaklar arasında da bir benzerlik görmemek mümkün değil.
Her ne kadar Nisan 1909’da Adana’da gelişen olaylar genel olarak Ermeniler arasında İttihatçılar hakkındaki yanılsamaların yıkılmasına yol açtıysa da Taşnaklarla İttihatçılar arasındaki bu oportünist ittifakın resmen yıkılmasına yol açmadı. Zira o ittifak başka oportünist ittifaklarda olduğu gibi Ermeni halkının ulusal çıkarları üzerine değil, Abdülhamit karşıtlığına dayanıyordu.
Bu nedenle Taşnaklar nispeten yarım gönülle de olsa İttihatçı hükümeti desteklemeyi sürdürdüler. Zira Fransız emperyalizmiyle içli dışlı oldukları için ve sonuçta Fransa saflarında savaşa girmeyi hayal ettikleri için bu ittifakı bozmaya yanaşmamaktaydılar.
Oysa iktidarı tamamen eline geçiren İttihat ve Terakki Fransızların da bu ittifakı istememesinden yararlanarak ve kendi dar çıkarlarına da uygun olarak, karşı kampa yöneldi.
Bu durumda dahi Taşnak partisinin tamamı Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa’nın dâhil olduğu İtilaf yahut Antant Bloku’nun karşısında yer almasına rağmen bir bütün olarak tutum alamadı. Parti 1914 Erzurum Kurultayı’nda Osmanlı Devleti’ni destekleme kararı aldı. İşte örgüt ancak bunun üzerine bölündü ve bir kanat Osmanlı’ya karşı Rusya saflarında savaşmayı seçti. Bazı Taşnaksutyun taraftarları Fransız yabancı lejyonunda, bazıları da doğrudan doğruya Çarlık ordusunda savaşa katıldı. Sivil Ermeniler de daha çok bu kesimi doğrudan yahut dolaylı olarak destekleyen bir tutum aldılar.
Demek ki Taşnak partisinin bütün unsurlarıyla Osmanlı devleti ve İttihat Terakki ile tam ve kesin kopuşu savaşın başlamasıyla bile sona ermiş değildi. Ta ki Nisan 1915’te Van’da yine bir Ermeni ayaklanması baş gösterene kadar. Enver Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta bir çatışmaya dahi girmeden 90 bin askerin telef olmasıyla dağılmasının ardından, bölgedeki Ermeniler arasında haliyle bir fırsat doğmuştu.
Bunun üzerine, Taşnak taraftarları ve militanlarından oluşan ve Çarlık ordusuna bağlı Ermeni Gönüllü Alayı tarafından örgütlenip desteklenen bir ayaklanma patladı. Bu ayaklanmanın kıvılcımını çakan ise esasen Sarıkamış’ın ezikliği içindeki İttihatçılar oldu.
Enver Paşa’nın kayınbiraderi olan Cevdet Bey Van’a tayin edilmişti. İşkence ettirdiği Ermenilerin tabanına nal çaktırması nedeniyle ‘Başkale nalbantı’ diye de anılan ve “Van’daki Ermenileri de Azerbaycan’daki Ermeni ve Süryaniler gibi temizlemek gerekir” dediği rivayet edilen vali, 4 Nisan 1915’te belli başlı Ermeni mahallelerinden Bahçe Mahallesi’ni kuşattırınca, Ermeniler bir direniş başlattı ve direniş ayaklanmaya dönüştü. Ayaklananlar bir süre boyunca Van’da denetimi ellerine geçirdiler. Sonrasında başka cephelerden takviye edilen Osmanlı birlikleri müdahale etti ve on binlerce Ermeni’nin katledilmesiyle sonuçlanan bir harekâtla ayaklanmayı bastırdı.
Bu noktadan sonra Osmanlı Devleti, müttefiki Prusya komutanlarının da öneri ve baskısı ile bölgeyi ‘Ermenilerden’ tamamen temizlemeye karar verdi. 1915 yılının Şubatında çıkarılan ‘Tehcir Kanunu’ ile yüz binlerce Ermeni’nin katledilmesine varacak olan büyük ‘etnik temizlik harekâtı’ böylece başladı. İşte yüz binlerce Ermeni’nin Batı Ermenistan’dan güneye doğru sürülmesi ve bu süreçte yüz binlercesinin katledilmesi bu dönemeçten itibaren başlar.
Bu dönemeç aynı zamanda Taşnakların nihayet İttihat Terakki ve Osmanlı devletiyle ilişkilerini bir bütün olarak ve kesin olarak kestiği dönemeçtir. Bunun için çok geç olduğunu ise söylemeye bile gerek yoktur.
Hala Taşnaksutyun mirasçılarının egemen olduğu Ermeni diasporasının asıl Ermeni kıyımı (sonradan da jenosit) diye 1915 Nisanı’ndan itibaren gelişen kıyımı anmasının asıl nedenlerinden biri de bu gecikmeye yol açan oportünist politikaların üzerini örtme gayretidir.
Bunun öncesindeki kitlesel kıyım ve katliamların üzerini örtülmek istenmesinin ardındaki asıl neden de budur.
Kuşkusuz bir proleter devriminde olduğu gibi, bir ulusal kurtuluş hareketinin zafere ulaşmasında da önderliğin belirleyici bir rolü vardır. Gerek Ermenistan gerekse de Kürdistan bağlamında bu etkenin eksik olduğu, hatta aksi yönde bir rol oynadığını da söylemek gerekir. Ne var ki, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi, “hırsızın hiç mi suçu yok?” diye sormamak olmaz.
Emperyalistlerin Ermenilerin Katledilmesindeki Sorumlulukları
Ermenistan sorununun hiç değilse Batı Ermenistan bağlamında boğulup, oportünist manevralara kurban edilmesinin bütün sorumluluğunu Taşnaksutyun’un üzerine atmak ve emperyalist güçlerin bu çerçevede aynı istikametteki rolünü görmezden gelmek olmaz. Zira Antant Bloku’nun ve bilhassa Fransız emperyalizminin bu sürecin her aşamasında tayin edici bir rolü vardır. Bu meşum rol sadece Ermenistan’ın bağımsızlığı ve Ermenilerin özgürlüğü hedefine darbe vurmakla kalmamış, aynı zamanda başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere başka ulusal hareketlerin de bastırılmasına yol açmıştır.
Kaldı ki, ulusal kurtuluş hareketlerinin uluslararası proletaryayla birlikte dünya proleter devriminin temel öznelerinden olduğu ve söz konusu çağın emperyalizm ve proleter devrimleri çağı olduğu akıldan çıkarılmazsa, emperyalizmin bu süreçte başka bir rol oynamasını beklemek ahmaklık olurdu.
Birinci emperyalist paylaşım savaşı bir yandan belli başlı emperyalist merkezlerin dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşması için bir dünya savaşını ifade ediyorsa, elbette bu süreç aynı zamanda dünya çapında bir dizi devrim ve karşı devrimle belirlenecekti; nitekim öyle de oldu. Ermenistan ve Kürdistan’da olup bitenler de tastamam bu çerçevededir.
Her şeyden önce, savaşın başında Antant Bloku’nu oluşturacak olan Fransız ve İngiliz emperyalistleriyle müttefikleri Çarlık Rusyası arasında savaş sonrasında kimlerin nereleri nasıl paylaşacağına dair bir planın yapıldığı Rus devrimi sayesinde ortaya çıkan Sykes-Picot anlaşmasından öğrenilmiş bulunuyor.
Buna bakılınca Batı Ermenistan, Kürdistan ve genel olarak Ortadoğu’da özel olarak da Osmanlı İmparatorluğu için neyin öngörüldüğü açıktır. Bilhassa Düyunu Umumiye borçlarının yarıdan fazlasında alacaklı görünen Fransa’nın bu alanda en fazla çıkarı olan emperyalist güç olduğu da o kadar açık olmalıdır. Fransa’nın hem İngilizler gibi Osmanlı topraklarının bir kısmına doğrudan doğruya el koyma planları vardır.
Bu, daha dünya savaşı başlamadan önce uygulanmaya başlamış bir paylaşım planıdır. Hem de Osmanlı borçlarının sorumluluğunu üstlenip, ödeyebilecek bir devletin varlığı en büyük alacaklı olan Fransa bakımından önem taşımaktadır.
Antant devletlerinin parçalanıp küçültülmüş, ama aynı zamanda emperyalistlere olan borçlarını kendi halklarını soyup soğana çevirerek ödeyecek güdük bir Osmanlı devletine ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Osmanlı’nın mirasını devralan TC bu tarife pek uygundur. Osmanlı’nın ve Taşnak partisinin Fransızların safında savaşa girme hayallerinin suya düşmesi ve bu yöndeki taleplerin Fransa tarafından sistematik biçimde reddedilmesi de bundandır.
93 Harbi diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın, Osmanlı İmparatorluğunun hezimetiyle sonlanmasına kadar, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Rusya’ya karşı Osmanlı’yı destekledikleri doğrudur.
Ama bu dönemeçten itibaren Osmanlı’yı terk edip, Rusya ile ittifak etmeye karar verdiklerini de görmek gerekir. İlk dünya çapındaki emperyalist paylaşım savaşının taraflarından biri olan Antant Bloku nihai olarak bu süreçte oluştu. Osmanlı İmparatorluğu da aksini umut ederken, kendini Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’la birlikte İttifak/Mihver Bloku içinde buldu.
Ne var ki, Rus Devrimi savaş hakkındaki emperyalist planları ciddi bir biçimde etkileyen bir gelişme olmuştur.
Rusya’nın müttefikleri açısından olduğu gibi, savaşta Rusya’nın galip gelmesi olasılığına göre hesap yapan Ermeni ve hatta bazı Kürt aşiretleri de bu nedenle bir boşluk içinde kalmıştır.
Bununla birlikte, Rus devriminin bir uzantısı olarak 1917’de ortaya çıkan Erzincan Kürt-Ermeni Şurası bu anlamda yeni bir açılım oluşturdu. Ama tam anlamıyla böyle bir gelişmeye hazırlıklı olmayan ve daha çok galip devletlerin himayesinde bir çıkış yolu gözleyen Ermenilerle Kürtler bu fırsatı kendi kaderlerini tayin etme yönünde kullanamamıştır.
Buna karşılık, devrimin ardından Rusya Sovyet Sosyalist Federasyonu Almanya’nın yanı sıra Osmanlı ile de savaşı keserek dengeleri alt üst etmiştir. Böylece, Antant emperyalistleri müttefikleri olan Çarlık rejimini yıkarak yerine geçen Sovyet cumhuriyetini baş düşman ilan etmiştir. Yani paylaşım savaşının bittiği ve paylaşımın yapılacağı noktada kendilerini yeni bir savaşın içinde bulmuşlardır. İngiliz ve Fransız emperyalistleri evvela bizzat kendi silahlı kuvvetleriyle Sovyet devrimine karşı savaşta yer alma niyetindeydi. Bununla birlikte, bozgunculuk hareketinin kendi birliklerine bulaşması tehlikesini sezdikleri anda bundan vazgeçmek zorunda kalmışlardır.
Rusya’da eski Çarlık subaylarının komutası altında ve daha çok Çarlık rejiminin en geri kesimlerini oluşturan yığınlardan asker devşirerek karşı-devrim orduları örgütlenmesine yönelmişlerdir.
Bu devrimin etkisinin olduğu Doğu Anadolu’da da benzer arayışlara girmişlerdir; Mondros Mütarekesi’ne ve padişaha bağlılığını ilan ederek başlayan Kuvayı Milliye hareketi de bu arayışa bir yanıttır. Bu bakımdan Kuvayı Milliye paşalarıyla Denikin, Wrangel, Yudeniç gibi Beyaz Ordu komutanları arasında bir benzerlik kurmak yanlış olmaz. Her ne kadar Kuvayı Milliyeciler doğrudan doğruya Kızıl Ordu’ya karşı savaşmaktansa Kürtlere ve TKP’ye karşı savaşmış olsa da…..
Bu çerçevede Osmanlı’nın mirasçısı olarak Sovyet cumhuriyetlerine karşı savaşan ve kendilerini İttihatçılardan ayıran Kuvayı Milliyeciler, Antant devletlerinin müttefiki yahut maşası haline gelirken, Ekim Devrimi ile şu ya da bu biçimde ilişkili yahut ulusal bağımsızlık amacı güden tüm siyasi hareketler de bu yeni karşı-devrimci ittifakın hedef tahtasına oturmuştur.
Böylece Kuvayı Mİlliyeciler İngilizlerin talimatıyla Erzincan şurasına saldırırken, Taşnak oportünistleri de Fransız emperyalistlerinin yedeğinde, Fransız Yabancı Lejyonu saflarında, Erzincan Şurası’nı terk etmişlerdir. Batı Ermenistan’ın kurtuluşu ve Ermenistan’ın birliği mücadelesini terk ederek Fransız himayesi altındaki Kilikya’ya yönelmişlerdir.
Böylece Kürtleri de Kuvayı Milliye’nin karşısında yalnız bırakmışlardır (küçük ama kayıt düşülmesini gerektirecek kadar anlamlı bir Ermeni grubu ise Dersim’e kadar Kürtlerle birlikte olmuştur). Bir başka deyişle karşı-devrimci Ermeni oportünistleri hem kendi ulusal davalarına hem de Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesine ihanet etmiştir.
Daha sonra Fransız emperyalistleri Düyunu Umumiye alacaklarını uzun vadede güvence altına almak ve başka uzun vadeli emperyalist hedefleri uğruna bu hain oportünistleri ortada bıraktığı gibi, azınlık hakları ile yetinmeye veya sürgünde yaşamaya mecbur bırakmışlardır. Onlar da kendi geçmişlerindeki oportünist hatalarıyla yüzleşmektense, yeni efendilerinin çıkarlarına şu ya da bu yoldan hizmet etmek üzere yeni ve onursuz bir köleliği seçmiştir.
Ermeni ulusal sorununu 1915 Jenosidi çerçevesinde tutma konusundaki tutumun gizlediği gerçeklerden biri de budur.