Komünist gazetesinin «Etle Tırnağı Ayıramayacaklar İzin Vermeyeceğiz» başlıklı 132. sayısında yer alan «Teoride ve siyasette ulusal sorunun yeri» başlıklı yazıda şu sözler yer alıyordu:
“Ulus kategorisi sınıf kategorisinin belirlenimi altındaki «bağımlı» bir değişkendir.”
Açıkçası bu satırların TKP’nin yayınlarında çıkmasının herhangi bir orijinalitesi yoktur. Herhangi bir başka yayında da pek ala bulunabilecek ve herkesin «genel doğrular» diye üzerinde düşünmeye bile zahmet etmeden geçiştirdiği saptamalardandır. Buna şaşmamak lazım. Çünkü bu sözler Komünist Manifesto’daki «bireyin birey tarafından sömürülmesi ortadan kalktıkça, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesi de ortadan kalkar» sözlerinin açımlanmasını ifade eder.
Ulusal Sorun Sınıf Sorununa Tabi Olarak mı Çözülür?
Manifesto’daki bu sözler fiyakalı bir teori formülüne tercüme edildiğinde tastamam «sınıf kategorisi altındaki “bağımlı” bir değişkendir» anlamına gelir. Bunun türkçesi ise «ulusal sorunlar sınıfsal sorunlara tabi olarak çözülür» olmaktadır. Türkiye ve dünyada Marksist-leninist geçinenlerin çoğunluğu ‘ne var bunda, tabii ki öyledir’ diye düşünmektedir. Hiç de öyle değildir; fakat öyle imiş gibi görünmesini sağlayan pek çok neden olduğu da kesindir. Dolayısıyla Marksist teoride ulusal sorunun yerini anlamak için evvela bunlara ışık tutmak gerekir.
Açıkçası bu konuda komünistlerin yeni icatlara ihtiyacı yoktur çünkü bereket bu konuda yalnız değiliz; söz konusu yanılgı ve yanılsamalara ışık tutanlar çoktan beri vardır. En anlamlısı ise Marx’ın kendi sözleridir. Marx 1867 tarihli bir mektubunda Engels’e şöyle dedi:
“İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının imkansız olduğunu düşünürdüm. Şimdi ise bunun elzem olduğu kanısındayım” (Birinci Enternasyonal ve Sonrası Derlemesi içinde, Pelican Books, s.158)
1870’te de ABD’deki yoldaşları Meyer ve Vogt’a aynı konuda şunları yazdı:
“İrlanda sorunu üzerinde yıllardır yaptığım incelemeler iktidardaki sınıflara karşı kesin darbe (bütün dünyadaki işçi hareketi açısından kesin darbe) İngiltere’de değil, sadece İrlanda’da indirilebilir…. Sermayenin metropolü ve dünya pazarının şimdiye kadarki egemen gücü olan İngiltere, şimdilik işçi devrimi için en önemli ülkedir; üstelik bu devrimin maddi koşullarının belirli bir olgunluk düzeyine erişmiş bulunduğu tek ülkedir. Enternasyonal Emekçiler Derneği’nin sosyal devrimi İngiltere’de hızlandırmak istemesi bu yüzdendir. Ama buraya ulaşmanın biricik yolu İrlanda’nın bağımsızlığının sağlanmasıdır.
Bu nedenledir ki, Enternasyonal İrlanda ile İngiltere arasındaki çatışmayı açıkça İrlanda’nın yanında yer alarak sürekli ön planda tutmalıdır. Londra’daki Merkez Konsey’in özel görevi şu olmalıdır: İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun kendisi için soyut bir adalet yahut insaniyet sorunu olmayıp, kendi toplumsal kurtuluşunun birinci koşulu olduğu bilincini ingiliz işçi sınıfı arasında uyandırmak.” (Marksistler ve Ulusal Sorun Antolojisi içinde, Maspero yayınları s.99)
Bu ve bunları destekleyen başka yazılarında Marx’ın anlatmak istediği özetle şudur: Ben önceden, Komünist Manifesto’da yazıldığı gibi, ulusal sorunun sınıfsal soruna tabi olarak çözülebileceğine inanırdım İrlanda sorununu inceleyip kavradıktan sonra öyle olmadığının bilincine vardım. Şimdi sınıf mücadelesinin en keskin ve gelişkin olduğu İngiltere’deki sınıfsal sorunun çözülmesi için bile İrlanda ulusal sorununun çözülmesinin şart olduğu kanısındayım. Komünistler işçilere bunu anlatmalı ve sorunun bir ahlak ve adalet sorunu değil kendi sınıfsal kurtuluşlarının koşulu olduğunu kavratmalıdır.
Sonradan bu kanısını «başkasını ezen ulus özgür olamaz» formülüyle de dile getirerek altını çizecekti. Bu çok bilinen formül ne anlatır? Ezen ulusa mensup işçilerin sınıfsal bakımdan özgürleşmeleri bile ezen ulusa mensup olmaktan kurtulmalarıyla mümkündür. Bu nedenle başkalarını ezen bir ulusun egemenliğine karşı mücadele etmeden, sınıfsal kurtuluşlarını elde etmeleri mümkün değildir. O halde ulusal kurtuluşu için mücadele edenlerin desteklenmesi ezen ulusa mensup işçiler açısından bir dayanışma yardımlaşma olarak değil öz be öz kendi sorunları olarak görülmelidir. İşçi sınıfının kendi kendini ve insanlığı kurtarma eylemine öncülük, önderlik etme iddiasındaki komünistlerin ödevleri arasında işçi sınıfına bu bilinci aşılamak için mücadele etmek de vardır.
Nitekim Marx ve yoldaşları Birinci Enternasyonal içindeki son mücadelelerinde bu enternasyonal çatısı altındaki diğer akımlara karşı bunun mücadelesini vermişlerdir.
Ama bu mücadeleyi kazandıklarına dair bir belirti yoktur. Çünkü Birinci Enternasyonal’in dağılmasını izleyen uzun yıllar boyunca Marksizm adına hüküm süren düşünce aşağı yukarı Komünist gazetesinde formüle edilen gibidir. Marksizmin Marx’ın «asırlık ayıp» diye tarif ettiği bu kusurdan arınması için ise Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu beklemek gerekecektir.
«Marksizmin Tarihi» Deyince Ne Anlaşılmalı?
Komünist gazetesindeki söz konusu yazı şu sözlerle devam etmektedir:
“Marksist teorinin uluslara ilişkin somut gözlemlerinin ve dolayısıyla komünist siyasetin somut uluslara yönelik olarak önermelerinin türdeş olması olanaksızdır. Marksizmin tarihinde de Marx ve Engels’in bazı ulusal kurtuluş hareketlerini ilerici, bazılarını gerici olarak nitelemesi şaşırtıcı olmamalıdır. Eğer ulus kavramı kendi başına siyasal tutumun saptanması için yeterli olsaydı, bu farklılık mantıksız bir çelişki olurdu.”
Elhak bu da çok aşina olduğumuz ve dünyanın değişik köşelerinde muhtelif zamanlarda yayınlanmış pek çok yayında rastlanabilecek türden sözlerdir. «Marksizmin tarihinde de Marx ve Engels’in bazı ulusal kurtuluş hareketlerini ilerici, bazılarını gerici olarak nitelemesi şaşırtıcı olmamalıdır» ne demek oluyor? Eğer Marksizmin tarihini Marx ve Engels’in kişisel hayatları boyunca yaptıkları diye anlıyorsanız bu önermeyi destekleyen olgular elbette az değildir.
Doğrusu Marx ve Engels’in hiç değilse 1850’li yıllara kadar, burjuvaziye ilericilik atfeden bir tutumu benimsedikleri açıktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yayılıp, kendi içine kapalı ekonomik ilişkileri tasfiye etmesini «medeniyet-barbarlık» kavramlarıyla ele alıyorlardı. Hatta birbirleriyle çatışma halindeki iki burjuva devleti arasında ayrım yaparken bile «ileri-geri» ölçülerine başvurabiliyorlardı. Örneğin; 1848 Ocak ayında Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesi üzerine o sıra Northern Star gazetesinin Paris muhabiri olan Engels’in bu konuda Fransız işgalinin olumlu bir gelişme olduğu yolunda bir değerlendirmeye sahip çıktığı anlaşılıyor. Her ne kadar Northern Star’ın Paris mahreçli haberini Engels’in yazıp yazmadığı kesinleşmediyse de, ne Engels’in ne Marx’ın açıkça direnişçilerden yana bir tutum almadıkları kesindir.
Benzeri bir örnek de aynı yıllarda ABD’nin Meksiko’yu işgal etmesi üzerine (1847-1848) Marx ve Engels’in yaptıkları değerlendirmelerde görülebilir. Bu değerlendirmeler özetle ABD İngiltere’ye göre daha ilerici olduğu için ABD işgalinin Meksiko için daha hayırlı olacağı; «enerjik yankilerin» «Kaliforniya’yı geliştirmek bakımından» «tembel Meksikalıların» yapmak isteyebileceklerinden ve yapabileceklerinden daha fazlasını yapacaklarını söylüyorlardı.
Engels’in Slavlar hakkında neredeyse ulus olmayı haketmeyecek topluluklar anlamına gelebilecek değerlendirmeler yaptığını; ulusların kendi kaderini tayin hakkını ancak «büyük ve tarihsel bakımdan iyi tanımlanmış Avrupa ulusları için» meşru saydığını (üstelik 1866’da!); Marx’ın, aynı dönemde Prusya’nın Danimarka’nın bir kısmını işgal etmesi üzerine bunu «barbarlığa karşı medeniyet hakkının, durağanlığa karşı ilerleme hakkının bir ifadesi» olarak değerlendirdiğini de öğrenebiliyoruz.
İşte Komünist gazetesinin marksizmin tarihi diye yaslandığı tarihsel olgular bunlar ve benzerleridir. Bu tarihi aynı çizgi üzerinden ilerlettiğimizde karşımıza ne çıkabilir? Örneğin İkinci Enternasyonal’in 1907 Stuttgard Kongresi’nde, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ileri gelenlerinden David, Hollandalı Van Kol ve arkadaşlarının oylamaya sunduğu bir karar tasarısında yansıyan görüşe varabiliriz:
“Kongre bütün sömürgeci politikaları ilke olarak ve her zaman için mahkum etmez; çünkü bu sosyalist rejim altında medenileştirici bir işlev kazanabilir.” (Aktaran Lenin, 1908 Almanak’ı için 1907 Stuttgart Kongresi hakkında yazdığı yazı, TE, c.13, s.87)
Bu tasarı Bernstein’ın başkanlık ettiği kongrede bile protestolarla reddedildi. Belki de bu nedenle, kimse bu önergeye bakarak İkinci Enternasyonal geleneğini köklü biçimde sorgulama gereğini duymadı. Ta ki, bolşevikler oportünizmin sosyal şovenizme büyüdüğünü saptayıp bu gelenekten tümüyle kopmak gerektiğine kanaat getirinceye dek. Bolşevikler sosyal emperyalist ve sosyal şovenizmin lekesini taşıyan bu kirli gömlekten kurtulmaya karar verinceye kadar bu görüşlerin adı Enternasyonal olan bir örgüt içinde ne aradığını sorgulamadı.
Ne var ki aynı görüşün Komünist Enternasyonal saflarına daha Lenin zamanında sızmış olduğu da sır değil. Komünist Enternasyonal’in o zamanki resmi lideri olan Zinovyev sık sık «devenin iğne deliğinden geçmesi ne kadar mümkünse, oportünizmin de 21 koşuldan geçmesi o kadar mümkündür» derdi. Ama Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Dünya Kongresi’ne gönderilen bir mektuba bakılırsa, «deve» hamuduyla beraber oradadır; koparılıp atılması gerekmektedir.
Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir’in önemli merkezlerinden biri olan Sidi BelAbbes’teki örgütünün dünya kongresine iletilmek üzere Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Frossard’a ulaştırdığı 27 Haziran 1922 tarihli mektupta Marx ve Engels’in 1840’lı yıllardaki tutumuna rahmet okutan şu sözler yer aldı:
“… daha şimdiden kendi kendilerini yönetebilecek durumda olan vesayet altında halklar bulunduğu gibi böyle olmayanlar da vardır. Komünist yükümlülüğümüz birincilere özgürlüklerini vermeyi emrediyorsa, ikincileri sefil kaderlerine terk etmemeyi daha da ısrarlı biçimde emretmektedir; bu yükümlülüğümüz onlara insancıl ve menfaat gözetmeyen eğitmenler (tam karşılığı ile dadılar-çn) olarak yaklaşmamızı şiddetle emretmektedir. Mısır’ın egemenliğine kavuşması (İngiliz sömürgesi-çn) gerekli ise de, yamyamların egemenliği arzu edilemez (herhalde Gabon Senegal vb. fransız sömürgelerinde yaşayanlar kastediliyor-çn); bir Gandi (yine İngiliz sömürgelerine atıf-çn) devlet başkanı olabilse bile, Batouala (Fransız Kongo’sunda yaşayan bir pigme kabilesinin bireylerine verilen ad) olamaz…
zira günümüzde, yani metropolde bir devrimin zaferinden önce,…. «Cezayirli Müslüman halkın ayaklanması» tehlikeli bir çılgınlık olacaktır;…
Doğrusu Cezayir’deki komünist federasyonlar, her devrimci hareketin insanlığın ilerleme yönündeki tarihsel gelişmesinde ileri doğru bir aşama olması gerektiğini; tarih tarafından çoktan mahkum edilmiş ekonomik, toplumsal ve siyasal bir aşamaya geri dönüş niteliği taşımaması gerektiğini ilan ederler. …
…Kuzey Afrika yerlilerinin büyük çoğunluğunun, komünist yetkinleşmeye ulaşma yeteneğine sahip bağımsız bir devlet kurabilmek için bireylerin sahip olması gereken iktisadi toplumsal entelektüel ve ahlaki gelişmeye karşı olan Araplardan oluştuğunu;
… Müslümanların kadınların eğitimine karşı çıktıklarını; … Kuzey Afrika’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini değerlendirebilecek teknisyen, alet ve işçilere sahip olmadıklarını;
…Yerli proleterlerin daha çok kendi burjuva dindaşları, din adamları ve kırsal şefleri tarafından sömürüldüklerini;
… Arap burjuvalarının milliyetçi ve feodal ilkelere bağlı olduklarını;
… Arap milliyetçi burjuvaların , tıpkı Polonya’da olduğu gibi bağımsızlıktan kırsal alandaki yerli yığınlarını feodal bir baskı politikasıyla ezmek üzere yararlanacaklarını; göz önünde bulundurarak, Sidi Bel-Abbes komünist örgütü, Kuzey Afrika’nın yerli proletaryasının kurtuluşunun metropoldeki devrimin bir meyvesi olacağını düşünmektedir…” (Amsterdam’daki Toplumsal Tarih Enstitüsü Arşivinden aktaranlar D’Encausse ve Schram, Marksizm ve Asya Antolojisi içinde, Ed. Armand Colin, s. 268-69)
Gerçi kongrede bu mektup okunduğunda şiddetli tepkiler yükseldi. Bu anlayışın, FKP içerisinden tasfiye edilmesi istendi. Ancak 1907 Stuttgart kongresini hatırlatan bu kongreden sonra Komünist Enternasyonal’in bolşevik çizgideki ömrü de fazla sürmedi. Sosyal şovenlerin FKP içinden atılması bir yana, 40 yıl sonra, Cezayir’in bağımsızlık savaşı gündeme geldiğinde, aynı anlayışın bu partiye tamamen egemen olduğu görüldü.
TKP’nin Sahip Çıktığı Tarih Sosyal Şovenizmin Tarihidir
TKP işte Marksizmin tarihi diyerek bu sosyal şoven çizginin sürekliliğini gözetmekte ve temsil etmektedir.
KöZ’ün arkasında duran komünistlerin görüşüne göre ise, Marksizmin tarihi kendi saflarındakilerden başlamak üzere sosyal şovenizmin bütün kalıntı ve belirtilerinden kopuş yönündeki atılımların doruk noktalarını birleştiren kopuşlu bir sürekliliği ifade etmektedir. Bu çizginin geçtiği iki temel zirve noktası vardır: birincisi Birinci Enternasyonal’in tasfiyesi yaklaşırken Marx’ın İrlanda sorununda öne çıkardığı tutumdur; ikincisi de bolşeviklerin ikinci Enternasyonal’den kopup Komünist Enternasyonal’i kurmaya yönelirken ortaya koydukları tutumdur. Bir doğrunun çizilmesi için iki noktanın yeterli olduğunu da ilkokuldan geçen herkes bilir. Bu doğrunun TKP’nin Marksizmin tarihi dediği şeyle hiçbir kesişme noktası yoktur; teğet bile geçmez. Çünkü onların temsil ettiği ve Marksizmin tarihi dediği bütünlük oportünizmin ve sosyal şovenizmin tarihidir; kendi tarihleridir. Komünistlerin sahip çıktıkları ve destek aldığı tarih ise oportünizmden ve sosyal şovenizmden kopuşun tarihidir. Bu devrimci tarihte TKP gibilerine figüran olarak bile yer yoktur; bu tarihte onlar önünde sonunda düşmana hizmet etmekten kurtulamayacak olan sosyal şovenler sınıfında anılmayı hak ederler ancak.
«Et» Kim, «Tırnak» Kim?
Zaten «etle tırnağı ayıramayacaklar» derken ne kastettikleri üzerine biraz düşünüldüğünde bunu görmek zor değil? Öteden beri şoven Türk milliyetçilerinin söyleminden fütursuzca devralınan bu sözlerin üzerinde durmakta yarar var. Eğer Kürtlerle Türklerin ilişki etle tırnak ilişkisine benzetilecekse, kimin et kimin tırnak olduğunu da söylemek gerekir.
Açıkçası «Bu Memleket Bizim» derken asla Kürtler adına konuşmadıkları belli olan TKP’nin aklından geçeni tahmin etmek zor değil.
Oysa TKP’nin iktidar koltuğuna oturmayı hayal ettiği ve kendisinin saydığı toprakların en eski sakinleri arasında Kürtler vardır.
Dolayısıyla et dendiğinde onların kastedildiğini düşünmek gerekir. «Tırnak» da bu toprakları (TKP’nin maskotu haline getirmek istediği sosyal şoven şairin deyişiyle) «uzak asyadan dört nala gelip» işgal etmiş olanlar olsa gerektir. Bu işgal kuvvetlerinin son kalıntısı birinci emperyalist savaşın sonunda yapılan kirli barış anlaşmalarıyla bu topraklar üzerinde yaşayanların tümünün tepesine bekçi olarak dikilmiş ve eski Osmanlı paşaları tarafından kurulmuş olan TC devletidir.
Bu «tırnak» öteden beri, «eti» cırmıklamaktadır; sökülüp atılması gerekir. Bu sadece ezilen Kürt ulusunun özgürleşmesi için değildir; aynı devletin baskısı altında kapitalistlerin ücretli köleleri olarak yaşamaya mahkum edilmiş farklı etnik ve ulusal kökenden gelen herkesin kurtulması için de bu akbaba «tırnağının» «etten» ayrılması, sökülüp atılması şarttır. Bu tarihi ödevin yerine getirilmesi için evvela «etle tırnağın ayrılmasına izin vermeyeceğiz» diyen devlet tasdikli sahte komünistlerin çanına ot tıkanması gerekir. Bunlar işçi hareketinin dışında müstahak olduğu yere yerleşinceye kadar Kürtlerin de Kürt olmayanların da bırakın özgürleşmeyi, rahat bir uyku uyumaları dahi mümkün değildir.
KöZ’ün arkasında duranların mirasçısı oldukları bolşevizmin dersleri her şeyden önce bunu öğretmektedir.
TKP Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkından Bile Söz Etmekten Kaçınıyor
Marx’ın «başkasını ezen bir ulus özgür olamaz» görüşüne hangi dolambaçlardan geçerek vardığı ve sonra bu saptamanın nasıl hasır altı edildiği oldukça karışık ve üzerine epeyi gölge düşmüş bir sorundur. Bunun üzerindeki tarihsel yükün arındırılması da besbelli bir tek yazıyla olacak iş değildir.
Bununla birlikte, «ulusların kendi kaderini tayin hakkı» konusu öyle değildir.
Bolşeviklerden ve Lenin’den söz edildiğinde, en çok bilinen ve tekrar edilenlerin başında «ulusların kendi kaderlerini kayıtsız şartsız tanınması» konusunun önemli bir ayrım olduğudur. Ama sosyal şoven geleneğin partisi TKP bu konuda en genel çizginin dahi gerisinde durmaktadır.
TKP programında bu konunun adı konarak geçmediği ve geçemeyeceğini tahmin etmek için alim olmaya gerek yok. Gerek TKP’nin tabi olduğu siyasi partiler kanunu gerek başka mevzuat ve ilk TİP’ten başlayarak pek çok yasal partinin kapatılmasında bu sorun üzerinden açılmış dava dosyaları hatırlandığında, TKP’nin bu konuda bu mevzuat nedeniyle yan çizdiği düşünülebilir; kimileri bunu haklı bir davranış olarak da görebilir.
Ama öyle değil; partisinin ismine Komünist yazdırmayı, yasal kısıtlamalara rağmen ve bunları delmek üzere adeta meydan muharebesi vermiş bir ordu edasıyla reklam malzemesi olarak kullanan TKP, ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda burjuva diktatörlüğünün yasalarını delmek gibi bir niyete sahip değildir. Tam tersine Marksizm diye tanımladıkları sosyal şoven doktrinlerini bu kavramdan arındırmayı kendilerine ödev olarak seçmişlerdir.
Çamaşırhanelere ve kreşlere kadar ayrıntıya inen TKP programında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından söz edilmeyişinin asıl nedeni budur. Bu kavramın TKP’nin edebiyatında nadiren ve mümkün olduğunca uzaklardaki ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi çerçevesinde ele alınması da bundandır. TKP’nin kalpazanları sosyal şovenizme giydirdikleri Marksizm kılıfının bile bu kavramdan arındırılması için kolları sıvamış durumdadırlar. Bu amaçla derin teorik çabalar içerisindedirler.
Nitekim polemik hedefi yaptığımız yazı bunlar arasındadır. Ama bu yazıda ister istemez bolşevizmin tarihinden söz ediliyor. Bu durumda, Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda oportünistlerle yürüttüğü kavgadan söz etmeden geçmenin mümkün olmadığı da belli. Ama bakın TKP’nin yavuz hırsızları ne kadar marifetliler:
“Çarlığın «halklar hapishanesi» olarak bilindiği Rusya’da dönemin Marksist hareketleri, sosyaldemokratlar arasında ulusal sorun, kaçınılmaz olarak birincil önemde bir başlık oluşturmuştur. Bolşevikler ve Lenin ile Stalin’in bu tartışmalarda geliştirdikleri görüşler komünist teori ve siyasetin temel direkleri arasında görülmelidir.”
Bu sözleri okuyan nihayet görünüşte de olsa ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edileceği kanısına kapılabilir; yanılmış olur. Çünkü bu satırların peşinden gelen sözler şunlar:
“İşçi sınıfı örgütlenmesine ilişkin soru bir ilkenin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Yahudi işçilerin diğer işçilerden ayrı bir örgüte sahip olmaları fikri, adını bu esasta örgütlenmeyi savunan hareketten alarak Bundculuk diye anılır. İşçi sınıfı kendisini sömürü düzenleri arasında çizilmiş “ulusal” sınırlara göre bölünmüş durumda bulmuştur ve fethedilecek olan siyasi iktidar da bu sınırlarla tanımlanmıştır.”
Yani «Lenin ve Stalin’in bu konuda ortaya koydukları ve komünist teori siyasetin temel direkleri arasında olan» şey Bundculuk konusundaki tutum imiş ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki söylediklerini öyle görmemek gerekiyormuş. Neden dersiniz? Türkiye’nin en kof kibirli partisi bu konuda bile burnundan kıl aldırmayacak.
“Marksizm özgürlük sorununu demokratik haklar temelinde değil, sömürü ilişkilerine göre tanımladığına göre, bu perspektifle uyumlu bir siyasete de sahip olması beklenir. Bu noktada Rusya örneğinde komünist hareketin açılımı, ezilen halkların hangi yolla Çarlık düzenine karşı işçi sınıfı devrimine kazanılabileceğine yanıt aramıştır.
Soru da yanıt da doğrudur: Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı.”
Bu peşpeşe gelen sözlerin özü özeti şu oluyor: Bundculuk konusunda bolşeviklerin tutumu Rusya’ya özgü bir sorun olarak değil, «komünist teori ve siyasetin temel direkleri arasında olan» evrensel bir kazanımdır; ama ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda bolşeviklerin ortaya koyduğu görüşler Çarlık Rusya’sının özgül sorunlarına bulunmuş özgül çözümlerdir; ve ancak bu çerçevede doğru kabul edilmelidir.
Sanırsınız ki artık bu saçmalığı kesip daha fazla çamura batmadan başka konuya geçelim diyecekler; yanılırsınız.
“Bu sloganın Marksist teori ve siyasetin evrensel bölmelerinde yer aldığını düşünmek mümkün değildir.”
Tabii ki, TKP «marksist teori ve siyaseti» Komünist Enternasyonal’in kuruluş belgelerinden, onun bir parçası olan ve çaldıkları ismini kullandıkları Mustafa Suphilerin TKP’sinden öğrenmedikleri için böyle konuşmaktadır.
Oysa Komünist Enternasyonal’e kabul koşulları arasında 21 koşuldan sekizincisi şunu söylüyor:
“8. Burjuvazisi sömürge sahibi olan veya başka ulusları ezen ülkelerdeki partilerin, sömürgeler ve ezilen milliyetler sorununda özellikle belirgin ve açık bir eylem çizgisine sahip olmaları zorunludur. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, «kendi» emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını istemek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların emekçi halkına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek ve ülkesinin askeri birlikleri içinde sömürge halkları üzerindeki her türlü baskıya karşı sistemli bir ajitasyon yürütmek yükümlülüklerini taşır.“
Altıncı koşul ise şunu söylüyor:
“6. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, sadece açık sosyal yurtseverliği değil, iki yüzlü ve sahte sosyal pasifizmi (barışçılık) de teşhir etmekle yükümlüdür;…..”
Bunun nasıl yapılacağı ve ne anlama geldiği ise aynı kongrede kabul edilen «Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Hakkındaki Tezler»de açılıyor:
“9. Devletler arası ilişkiler alanında Komünist Enternasyonal’in ulusal politikası, -kendilerine «sosyalist» adı da takabilen- burjuva-demokratların yeterli bulduğu, ulusların eşitliğinin boş, biçimsel, sadece lafta kalan ve pratikte hiçbir yükümlülük getirmeyen bir tarzda tasdik edilmesiyle yetinemez.
Komünist partilerin -gerek parlamento kürsüsünden gerekse parlamento dışında- yürütecekleri propaganda ve ajitasyonda, ulusal azınlıkların güvence altına alınmış haklarına ve bütün kapitalist ülkelerdeki «demokratik» anayasalara rağmen ulusların eşit haklara sahip olmasına indirilen sürekli darbeleri teşhir etmeleri yeterli değildir; ayrıca, birincisi, sadece önce proleterleri ve bunun ardından da bütün emekçiler kitlesini burjuvaziye karşı mücadelede birleştiren sovyet düzeninin, ulusların gerçekten eşit haklara sahip olmasını sağlayabileceğini ısrarla anlatmalıdırlar; ikincisi, bağımlı ve eşit haklara sahip olmayan uluslar arasındaki ve sömürgelerdeki devrimci hareketleri, sözkonusu ülkenin Komünist Partisi aracılığıyla doğrudan doğruya desteklemelidirler.
Bu sonuncu ve özellikle önemli koşul yerine getirilmezse, bağımlı ulusların ve sömürgelerin ezilmesine karşı mücadelede, onların bir devlet olarak ayrılma haklarının tanınması da, yalan dolu bir ilan tahtası gibi kalır; İkinci Enternasyonal partilerinde gördüğümüz gibi…”
KöZ’ün arkasında duran komünistler bakımından «marksizmin evrensel bölmeleri» bu Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre belgeleri tarafından çerçevelenmiştir.
Onların geleneği ve referansları ise mesela Cezayir’in kurtuluş mücadelesinde Fransa hükümetinin yanında yer almış olan sözde Fransız Komünist Partisi vb.dir. «Sömürgelerin bağımsızlaşması» mücadelesine destek vermek hatta öncülük etmek; «ezilen ulusların ayrı devlet kurma hakkını içermek kaydıyla kendi kaderlerini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınması» gibi kavramlar bu sosyal emperyalist geleneğin literatürüne neredeyse hiç girmemiştir bile. TKP ise üzerine bastığı topraklarda nispeten önemli bir yer tutan bu kavramları demagojik örtülere sarıp ortadan kaldırma gayretindedir.