İki sayıdır değişik yönleri ile irdelediğimiz gibi, TKP demagojik operasyonlarla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınması konusunu Marksist literatürün dışına atma gayretindedir.
Bunu yapmak zorundadır; çünkü önce bağlı olduğu sosyalşoven geleneğin gereği budur. Ama daha önemlisi, komünizm adına konuşma cakasını satmak için icazet aldığı TC devletinin özgün konumu gereği bunu yapmak zorundadır. TKP’nin üzerine tünemiş bulunduğu topraklar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununun sadece bir teorik sorun olarak değil, somut ve yakıcı bir siyasal sorun olarak önde durduğu yerlerdendir.
Apaçık ve ikircimsiz biçimde söylemek gerekir: Türkiye’de devrimcilerin, komünistlerin yüz yüze bulunduğu ulusal sorun başından beri Kürt ulusal sorunudur. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da Kürtlerin kendi devletlerini kurma hakkı demektir. Bu hakkın bu biçimde savunulması ise, TC devletinin ve bu devletin görevli yahut fahri savunucularının sık sık endişeyle haykırdıkları gibi, «bölücülük»tür. Bu nedenle, yaşadığımız topraklarda bölücü olmadan ve bölücülük suçlamasına uğramadan ulusal sorundan ve ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz etmek mümkün değildir.
Hiç kuşkusuz yasal bir partinin hem yasal varlığını koruyup, hem de ulusal sorun konusunda devrimci ve Leninist bir tutum almasını beklemek abestir. Ama TKP’nin ulusal sorun konusundaki sosyalşoven tutumu, yasalara uyma kaygısından ötürü değildir. Nitekim yasal bir parti değilken de bu «gelenek» aynı tutumu temsil ediyordu.
Açıktır ki, TKP bilerek ve isteyerek sosyal şoven bir çizgide durmak ve başkalarına da bu tutumu benimsetmek istemektedir. Bunun için Leninizmi de kendi çizgisine uygun hale getirmek üzere bazı kesme biçme operasyonları yapmaktadır.
«Reel Sosyalizm» Yoksa UKKTH da Yok
TKP bu operasyonu gerçekleştirmek üzere, «ulusların kendi kaderini tayin hakkı»nı Rusya’ya özgü bir taktik tutum gibi göstermeye çalışmakla kalmıyor. Ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesini «reel sosyalizmin varlığı koşullarında» ve «reel sosyalizmin çıkarları» doğrultusunda benimsenen bir tutum olarak izah etmeye de çalışıyor.
Dolayısıyla «ancak reel sosyalizmin çıkarlarıyla örtüşen ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek doğrudur; aksi yöndeki hareketlerin temsil ettiği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak doğru değildir» sonucuna gidecek yolun ilk taşlarını da döşemiş oluyor.
Peki «reel sosyalizm»in yerinde yeller esiyorsa ne yapmalı? Ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını zaten Marksizmin sırtındaki yabancı bir yük olarak gördüğü anlaşılan TKP, «fırsat bu fırsat» dercesine, ulusal kurtuluş mücadelelerini ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını da «reel sosyalizm» ile birlikte tarihin karanlıklarına itelemek istiyor.
“19171990 reel sosyalizm çağında uluslararası siyasette ulusal kurtuluş hareketleri bir kategori olarak işçi sınıfının tarafına kazanılmış, aykırı örnekler kuralın istisnası olmuştur. Aynı şekilde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı devrimci ve demokratik bir kazanım olarak rol oynamıştır. Özetle sosyalizm ulusal sorun üzerinde hegemonyasını tesis etmiştir. …
Reel sosyalizm deneyimi ulusal soruna sosyalist çözümü kanıtlamıştır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kavramına geri dönersek, reel sosyalizm sonrası için yukarıda hatırlatılan tarihsel ortamdan bağımsızlaştırılacak ve bu anlamda evrenselleştirilecek bir ilkeden söz etmenin olanaksızlığı açıkça ortaya konmalıdır.
… kendimizi ne talihsiz hissetmek durumundayız, ne de antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketlerinin «dünya devrim sürecinin bileşeni» oldukları döneme akılsız bir sadakatle bağlanmak.”
Bakla ağızdan çıkmıştır. Bugün ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek bir bakıma geçmişe bir sadakat ifade etse bile, bu akılsızlık olur diyor TKP.
Niçin? Çünkü artık ulusal kurtuluş hareketlerini istismar edebilecek bir «reel sosyalizm» yoktur; bu hareketleri yalnızca emperyalistler istismar edebilmektedir.
“ ….. bugün genel olarak ülke sınırlarını yeniden çizme yönelimi emperyalizme aittir ve komünistler buna da karşı bir konum almaktadırlar.
Yine ulusal kurtuluş hareketlerinin bir kategori olarak ilerici, antiemperyalist olmadıkları gerçeği, komünistleri her somut duruma çok daha titiz biçimde eğilmeye zorlamaktadır. Bu hareketler ideolojik, sınıfsal karakterleri ve emperyalizmle ilişkileri açısından tasnif edilmelidir.”
Bu satırlara yansıyan sadece su katılmamış bir oportünizm değildir. Ayrıca bir başka art niyet de gizlidir bu sözlerin arkasında. TKP sadece ulusların kendi kaderini tayin hakkını tarihe gömmekle yetinmiyor, günümüzdeki ulusal kurtuluş hareketlerini de bir bütün olarak emperyalizm yanlısı hareketler olarak tanımlamış oluyor. Bunu söylerken ezilen ulusların gerçek çıkarlarının kendilerini ezen devletten ayrılmakta yatmadığını; aslında onları ayrılmaya zorlayanın emperyalizm olduğunu ima etmeye çalışıyor, sosyal şoven TKP.
Ezilen Bir Ulusun Özgür İradesiyle Ayrılmamaya Karar Vermesi Mümkün Müdür?
Buraya gelmişken, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından söz edilirken, bırakalım bu kavramı çöpe atmak gerektiğini savunan TKP’yi, bu hakkı kayıtsız şartsız tanımaktan yana olan pek çoklarının da içine düştüğü bir yanılgının daha altını çizmek gerekiyor.
Genellikle ve pek üzerinde düşünülmeden, «ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak ille ezilen ulusun ayrılmasından yana olmak demek değildir» demek adettendir. «Ezilen ulus kendi özgür iradesi ile birlikte yaşamaya da karar verebilir» fikrini içinde taşıyan bir önermedir, bu. Basit bir mantık oyunu gibi görünen bu sorunun üzerinde durmakta yarar var çünkü bolşeviklerin tutumu ile (Wilson prensipleri de dahil) her türlü burjuva kavrayışı arasındaki asıl fark burada gizlidir.
«Ezilen ulus diye kabul edilen bir ulusun kendilerini ezen ulusun devletinden ayrılmak istememesi olasılığını da göz önünde bulundurmak lazım» anlamına gelen bu önerme asıl olarak ulusal baskının kaynağının ve nedenlerinin kavranmamış olduğunu anlatır ve hangi niyetle söylenirse söylensin, doğrudan doğruya sosyal şovenizm ile örtüşmese de önünde sonunda reformizm sınırlarında kalır ve bu yoldan şovenizme hizmet eder.
Oysa somut konuşulduğunda bu fikrin saçmalığı apaçık meydana çıkar. Eğer ezilen bir ulus dendiğinde bir sömürge halkını yahut ilhak edilerek bir başka devletin sınırları içine hapsedilmiş bir halkı kastediyorsanız, bu ulusun ayrılmamakta ısrar etmesi mümkün müdür? Bu varsayım «biz özgür irademizle sömürge olarak yaşamaya karar verdik»; yahut «biz bizi ezen ulusla etle tırnak gibi içi içe geçmişiz ezen ulus devletinin altında bu devleti biraz düzelterek yaşamaya devam etmeye karar verdik» anlamına gelmez de ne anlama gelir?
Demek ki eğer ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dendiğinde sömürgelerde yaşayan halklar veya ilhak edilmiş toprakların sahipleri kastediliyorsa bu hakkın kullanılmasının bağımsız bir devlet kurma hakkından başka bir anlama gelmesi mümkün değildir. Bu da sömürgeci veya ilhakçı devletin tamamen parçalanması değilse bile, egemenlik alanının daralması ve bölünmek suretiyle parçalanması, parçalarından birini kaybetmesi demektir. Komünistler öteden beri, ulusların kendi kaderlerini kayıtsız şartsız tanımaktan söz ederken, elbette ki emperyalist yahut sömürgeci devletlerin halklarını değil, sömürge halklarını ve ilhak edilmiş ulusları kastederler; ve tastamam ezen ulus devletlerinin parçalanmasını hedeflerler.
Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tam da bu anlama geleceği için, yani emperyalist, sömürgeci, ilhakçı bir gerici gücün egemenlik alanının sınırlanması, gücünün budanması anlamına geleceği için, komünistler ezilen ulusların kurtuluş mücadelesinin daima ilerici bir işlev taşıyacağını varsayarlar.
TKP gibi açıkça sosyal şovenler de, açıkça sosyal şoven bir tutumu temsil etmeyenler de bu noktanın üzerinden atlamaktadırlar.
Ezilen bir ulusun ayrılma hakkından vazgeçmesi olasılığı bir tek durumda söz konusu edilebilir: ezen ulus devletinin parçalanmış ve yerine ulusal nitelik taşımayan (Sovyet cumhuriyetleri birliği gibi) bir devletin kurulmuş olması. Bu ise sadece bir tek durumda mümkündür: bir proleter devrimi ile proletaryanın egemen sınıf haline gelmiş olması. Oysa proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve egemen sınıf haline gelebilmesi için mevcut devlet aygıtının tamamen parçalanmış olması gerektiği komünizmin alfabesinin ilk harfleri arasındadır. Devlet aygıtının parçalanması ise, çoğu zaman unutulsa da sınırlarının da parçalanması, değişmesi anlamına gelir. Paris Komünü daha küçük bir ölçekte, Ekim Devrimi de çok geniş bir ölçekte proletarya diktatörlüğünün aynı zamanda eski devlet aygıtının sınırlarını kendi sınırları olarak kabul etmeyen proleter devrimlerinin tipik örnekleridir.
İşte sadece bir proleter devrimi ile eski ulusal baskı aygıtının parçalanmış olması durumunda ezilen bir ulusun (ki ezen ulus devleti ortadan kalkmış olacağına göre artık tam anlamıyla bir ezilen ulustan değil, olsa olsa geçmiş tarihi koşullar nedeniyle eşitsiz konumdaki bir ulustan söz etmek gerekecektir) kendilerini ezen devleti ortadan kaldıranlarla birlikte yaşamaya karar verebileceğinden söz edebiliriz.
Kaldı ki, bolşeviklerin uygulamasına bakıldığı takdirde, bu durumda dahi ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkının savunusundan vazgeçilmesi söz konusu değildir. Yani bolşevikler bir proleter devletinden ayrı yaşamak isteyen ulusların da kendi kaderlerini tayin hakkına saygılı örnek bir tutum sergilemişlerdir.
Bu konuda en tipik örnek Finlandiya örneğidir. Çarlık Rusyası tarafından ilhak edilmiş olan Finlandiya’da Ekim devriminin ardından çarlığın bütün askeri kuvvetleri ve işgalci güçleri tasfiye edildikten sonra referandum yapıldı. Bolşevikler ve Finlandiyalı komünistler, Finlandiya’nın bağımsız bir Sovyet cumhuriyeti olarak diğer Sovyet cumhuriyetleri ile gönüllü bir birlik içinde olmasından yanaydılar; bu yönde ajitasyon ve propaganda yürüttüler. Finlandiya’nın burjuva siyasal güçleri ise Finlandiya’nın bağımsız bir burjuva devleti olmasından yana siyasal çalışma yürütüyorlardı. Bolşevikler Finlandiyalıları ikna edemediler. Ama politik ikna yöntemi yerine askeri güçlerini kullanarak Finlandiya’yı ilhak etmeye de kalkışmadılar. Lenin’in «çekiç kafalı» dediği Kekkonen’in temsil ettiği burjuva güçleri referandumdan galip çıktılar ve Finlandiya bağımsız bir burjuva diktatörlüğü haline geldi, hala öyledir. Oysa TKP’ye kalırsa, böyle bir durumda Finlandiya’daki gerici güçlerin (ki bunlar emperyalistlerden de hatırı sayılır bir destek ve teşvik görüyorlardı) elinde bağımsızlık elde etmeye hakları olmadıklarına karar verip bu haklarını kullanmalarına engel olmak gerekirdi.
Aynı bakış açısıyla Kürtlerin sorununa gelerek somutlamak gerekirse, TKP’nin şovenist ve oportünist tutumu daha çıplak bir biçimde ortaya çıkacaktır. Komünist gazetesi söz konusu yazıda şunları söylüyor:
“Komünistler bugün de genel olarak geniş devletlerden yanadırlar. İşçi sınıfının milliyetçi önyargılara teslim olması ve bölünerek sermaye tarafından tutsak edilmesine karşı bu ilke geçerlidir. Komünistler mevcut devletlerin parçalanmasını değil, işçi sınıfının birliğini savunurlar.” (altını biz çizdik – KöZ)
Bir kere, komünistler ne eskiden ne de genel olarak geniş devletlerden yana değildir. Onların genişleyen ufku devletlerin ve ulusal sınırların ortadan kalkacağı bir dünya toplumudur. Buraya gitmek üzere de Komünist Enternasyonal tüzüğü geniş bir devlet değil bir uluslararası Sovyet cumhuriyetleri birliği hedefi tarif etmiştir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğini «çok geniş» bir tek devlet haline getirerek, BM ahırına sokanların geleneğinin takipçisi olan TKP’nin bunu hatırlaması elbette mümkün değildir. Sosyalizmi tek ve geniş bir devlet olarak tasavvur etmek aynı zamanda tek bir dilin konuşulacağını da hayal ederek uyduruk esperanto dilini icat eden İkinci Enternasyonal oportünistlerinin anlayışıdır. Rosa Luxembourg da ulusal sorun konusunda bu görüşün kalıplarından kurtulamadığı için, bu konuda ölümüne kadar Lenin’in eleştiri oklarının hedefleri arasında olmuştur. Ama TKP’nin Rosa Luxembourg’un değil (bu, Luxembourg gibi bir devrimciye haksızlık etmek olur), Kautsky’nin mirasçısı olduğunu söylemek gerekir.
Zaten TKP’nin oportünist tutumu geniş bir devlet istemesinden çok bir sonraki cümlede kendini göstermektedir. «Komünistler mevcut devletlerin parçalanmasını değil, işçi sınıfının birliğini savunurlar.» Komünistler açısından en son söylenebilecek olan şeyi TKP fütursuzca söylemekten çekinmiyor. Halbuki söylediğinin tam tersi doğrudur: işçi sınıfının birliğinin sağlanması için mevcut devletlerin un ufak parçalanması zorunlu bir koşuldur.
Açıktır ki TKP mevcut devletin parçalanmasından yana olmadığını yasal kaygılarla söylemiyor. Aksine bu fikre tamamen inandığı için bu kadar açık ve fütursuzca bunu savunabiliyor. Zaten «KİT’ler bizimdir, sattırmayız!» diyen TKP’nin «Bu memleket bizimdir parçalatmayız» demiş olması da yadırgatıcı değildir. TKP Türkiye’yi, devleti ve milleti ile bölünmez bir bütün olarak görmekte ve bu devlete hükümet olmayı düşlemektedir.
TKP şimdiden kendisini Türkiye’nin iktidar partisi olarak görmeye ve o edayla hareket etmeye iyice alışmış gözüküyor. Bolşeviklerin Finlandiya, KarsArdahan konusundaki tutumunu hiç hatırlatmadan adeta kendileri Türkiye cumhuriyetinin hükümeti olmuş gibi düşünüyor. Bunun ibretlik bir belgesi olan «hükümet kararnamesi»nde de sosyal şoven yüzünü meydana çıkarıyor.
TKP oportünistleri Komünist gazetesindeki yazıda; «bir ulusun kendi kaderini tayin etme mekanizması nedir? Her verili topluluk, beğenin beğenmeyin temsilcilerine sahip olacaktır. Temsilcilerin meşruiyeti halk oyu ile de ölçülebilir» dedikleri halde, «Sosyalist iktidarın ilk gününde» yapmayı hayal ettiklerini sıralarken NATO’dan çıkmayı, büyük sanayiye el koymayı ve öğrencilerin defter kitap sorunlarının nasıl çözüleceğine kadar daha nice fantezilerini sıralıyor fakat bir türlü «Kürtlerin kendi temsilcilerini tespit etmek için halk oylamasına gidilecektir» demiyor.
Çünkü «kendi kaderini tayin hakkının işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini devre dışına atacağından» endişe duymaktadır. Bu durumun «dünyada en yaygın durum olduğunu» düşünmekte ve «her bir milliyetçi ve gerici burjuvazinin, eylemini ulusunun kaderini tayin kavramıyla meşrulaştırabileceğini» savunmaktadır. Doğrusu TKP’nin ileri sürdüğü gibi «sosyalizme sırtını dönen bir ulusal hareket de, doğal olarak bu kavramı bayrağına yazabilir» elbette. Ama bu komünistlerin ulusların kendi kaderlerini kayıtsız şartsız tayin etme hakkını savunmaktan vazgeçmelerinin bahanesi olamaz. Aksine komünistler bu tür olasılıkların önünü kesmek için ulusal kurtuluş mücadelelerine de öncülük etmeli ve bu bayrağı burjuva akımların ve emperyalist işbirlikçilerin istismarından kurtarmalıdır.
TKP ise peşinen ulusların kendi kaderini tayin hakkını Marksizme aykırı bulduğu için böyle bir tutum yerine ulusal sorunda pasif bir tutumu benimseyecektir. Oysa ulusal sorun konusunda pasif yahut tarafsız kalma gayreti daima hakim devletin dümen suyunda kalmaya mahkumdur. TKP gibi her konuda hiperaktif bir eda taşıyan akım için pasif demek ise yakışık almaz; onlar bakımından «kraldan çok kralcı» deyişi daha uygundur.
Bir Ulusun Yerine Bir Siyasi Akımı Koyma Kurnazlığı
TKP’nin sosyal şoven tutumunun teorik zeminini döşemek üzere Leninizmin temel kavramlarını eğip bükerken, kesip biçerken yaptığı temel bir çarpıtma daha var. Bu maksatla TKP, «ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması» kavramının yerine, başkalarının da yaptığı gibi, «ulusların kendi kaderini tayin hakkının desteklenmesi» diye bir çarpıtma da yapıyor.
Aslında bu sık sık yapılan bir kaydırmacadır ve hangi maksatla yapılırsa yapılsın, aynı kapıya çıkar: ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına kayıt ve şartlar koymaya varır; bu madalyonun öbür yüzünde ise çoğu kez bazı ulusal akımların kuyruğunda sürüklenmek vardır.
Halbuki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kayıtsız şartsız tanınması gereken bir haktır; desteklenecek bir şey değildir, öznesi yoktur. Bir ulusun varlığından söz edildiği noktadan itibaren bu hakkın doğduğunu da söylemiş olursunuz ve bu nedenle bu hakka kayıt ve şart konamaz.
Temsili demokrasiyi esas alan burjuva akımları ise, bir sınıfın, bir topluluğun, bir ulusun kendi kendini doğrudan doğruya temsil etmesini tasavvur dahi etmezler. Bunun için, daima ulusları kendini onların yerine geçiren bir siyasi akımla birlikte anma eğilimindedirler. Asıl olarak bu akımlardan beslenen burjuva sosyalistleri de öyle yaparlar. TKP ise ikameciliği bir erdem olarak savunanların başında gelenlerdendir. Bu nedenle, TKP’nin ulus olgusu ile kendini onun yerine geçiren siyasi akımlar arasında bir ayrım yapmamakta ısrarlı olması anlaşılmaz değildir.
Buna karşılık, kendilerini önderlik etmeyi hedefledikleri proletaryanın geniş yığınlarından dahi özenle ayırt eden komünistler elbette bir ulus ile herhangi bir ulusal akımı birbirlerinden ayırt etmeyi de bilmelidirler ve buna özen gösterirler.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınması ile herhangi bir ulusal akıma karşı alınacak tutumu birbirinden ayırt etme konusunu ilk kez ifadeye kavuşturanların da bolşevikler olması tesadüf değildir.
Ulusu bir siyasi akıma, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını da bu hareketin desteklenip desteklenmemesine indirgeyenler ise ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını kayıt ve şartlara bağlama manevrasını kitaba uydurma gayretindedirler.
Nitekim, önce ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıma kavramının yerine «destekleme»yi koyup, sonra ulus ile herhangi bir siyasi hareketi özdeş gibi kabul eden ve nihayet, «bu ulusun kendi kaderini tayin etmesini destekleyebilmemiz için bazı şartlara uyması gerekir» sonucuna varanlar az değildir.
Bu ikameci çarpıtmanın ne kadar sahici olduğunu PKK örneğinde görmek zor değil. Birçokları PKK’yi Kürt halkının yerine koyup, PKK’nin desteklenmesini de ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemek diye sunmuşlardır; böylece bu ikameciliği PKK kuyrukçuluğu yapmanın mazereti haline getirmişlerdir.
Ama gelinen noktada aynı mantıkla, PKK’nin ilan ettiği çizgiye bakıp, «Kürt halkı ayrılmak istemiyor; Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkından söz etmek saçmalıktır» sonucuna varmak işten bile değildir. Nitekim bunlara da rastlamak zor değil.
Ama TKP daha ileri gidiyor;
“Türkiye Kürtlerini temsil iddiasındaki siyasal çizgi bugün rotasını emperyalizmle ilişkilere göre tayin etmektedir. Bu noktaya gelinmesi, … üzüntü vericidir ve bir gerilemedir. Ancak bu durum bir veridir.”
Peki veri olan bu durumda ne yapmalı?
TKP buna özetle şöyle cevap veriyor: «Bu koşullarda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesine, soyut bir özgürlükçülüğe yaslanan ve Marksistlik iddiasını sürdüren çevrelerin» ve «Kürt siyasetinin içinde veya çevresindeki Marksistlerin» akıllarını başlarına devşirmeleri gerekir. Çünkü «Bugün emperyalizm.. bölge politikasında Türk ve Kürt milliyetçiliklerini birbirlerine karşı oynatmak» istemektedir. Bu nedenle, «Bu tabloda Kürtlerin ulusal talepleri ve hak arayışlarının temsil edildiğini düşünmemizi gerektirecek tek bir gerekçe kalmamıştır.»
Görülebileceği gibi, TKP «Kürtleri temsil iddiasındaki siyasal çizgi» ile Kürt ulusunu özdeş kabul ederek akıl yürütmektedir. Bu özdeşleştirme manevrasının ardından da artık «Kürtlerin ulusal taleplerinin temsil edildiğini düşünmeyi gerektirecek bir gerekçe kalmadığını» ilan etmektedir.
Halbuki bu bahaneleri aramasına hacet olmamalıydı. Çünkü en baştan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının Marksizmin dışında olduğuna hüküm vermişti.
TKP’nin yaptığı çarpıtmayı açığa çıkarmak için ulusların kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız kabul edilmesi gereken bir hak olmasından ne anlaşılması gerektiğini açmak gerekiyor.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını Kayıtsız Şartsız Kabul Etmek Ne Demektir?
Her şeyden önce bir hakkın hak olarak kayıtsız şartsız kabul edilmesi bu hakkın nasıl ve kimin tarafından kullanılacağına bakmaksızın kabul edilmesi demektir. Bu nedenle, «eğer sosyalizmin çıkarlarına uyuyorsa, veyahut öyle ya da böyle bir ilerlemeyi temsil ediyorsa bu hakkı tanımak gerekir aksi takdirde bu hakkı tanımak uygun değildir» gibi bir akıl yürütme peşinen bir hakkın kayıtsız şartsız tanınması ifadesine aykırıdır. Zaten kayıtsız şartsız vurgusu bunu önlemek için söylenmiştir.
Nitekim kağıt üzerinde Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler ve başka emperyalist kurumlar da ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edebilmektedir. Ama kimlerin ulustan sayılıp sayılmayacağının, yani kimlerin bu haktan yararlanıp yararlanamayacaklarının tespiti noktasında farklılıklar kendini göstermektedir. BM ve başka emperyalist kuruluşlar tam da bu konuda bazı kayıt ve şartlar koymaktadır.
Örneğin BM anayasasına göre bu teşkilatın üyesi olan bir devletin sınırları içinde yaşayan yahut bu devletlerden birinin resmi sömürgesi olan topraklarda yaşayanların sorunları o devletin iç sorunu olarak kabul edilir ve bu soruna başka devletlerin karışması ilke olarak yanlış kabul edilir. Örnekse bugün Çeçenistan sorunu böyledir. BDT’nin oradaki varlığı meşru sayılır ve oradaki tutumları içişleri olarak görülür. Bunun karşılığı Fransa’nın Yeni Kaledonya, Korsika vb. sömürgelerdeki varlığının da Fransa’nın içişlerinden sayılmasıdır. Yahut BM kararlarına göre işgal edilen topraklar işgal edilmiş sayılmaz ve bu topraklarda yaşayanların kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmek mümkün değildir.
Demek ki BM de kimlerin ulus olarak görüleceği kimlerin kendi kaderlerini tayin hakkından yararlanabileceği konusunda kayıt ve şartlar koymaktadır. Bunlar da çok nettir:
“BM’ye devlet olarak kabul edilen devletlerin iç işlerine karışmama; bunların egemenlik haklarını zedelememe; ve toprak bütünlüklerine dokunmama.”
Kendini BM’nin kurucuları arasına adını yazdıran «reel sosyalizmin» tek mirasçısı olarak gören TKP’nin de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına kendince kayıt ve şartlar koyması gayet tabiidir. Nitekim bu mirası reddetmeyenlerin çoğu öyle ya da böyle benzer tutumlar almaktadırlar.
Komünistler en başta ulusların kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasında ısrar ederken hem emperyalist aldatmacaların karşısına çıkmaktadır; hem de onların dümen suyunda giden sosyal şovenlerin iç yüzünü göstermek istemektedir. Kayıtsız şartsız vurgusu bu ayrımı çizme isteğinin bir ifadesidir.
Bu çerçevede söz konusu ezilen ulusun hangi hareketin peşinden gittiği, bu hareketin siyasi hattı, sınıfsal bileşimi ve hatta hangi devletten ayrılmak istediği bu tutumun benimsenmesinde bir rol oynamaz. Çünkü komünistler açısından asıl sorun uluslara eşitlik ve adalet dağıtma ihtiyacından çok, ezen ulus devletlerinin başkalarını sömürge veya ilhak ederek köleleştirmesine kayıtsız şartsız karşı çıkmaktır. Dolayısıyla ezenezilen ulus ilişkisinin bulunduğu her durumda komünistler ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkı dahil, bütün ulusal taleplerine sahip çıkarlar. Bu taleplerin kabul edilmesi ve ezen ulus devletinin parçalanması doğrultusunda hem ezen ulus devletine karşı, hem de ezen ulusun emekçi yığınları arasında, amasız fakatsız mücadele etmekle yükümlüdürler. TKP’nin kayıt ve şarta bağladığı ise budur. Onu sosyal şoven yapan da bu tutumudur.
Komünistler Ne Zaman ve Neye Kayıt ve Şart Koyarlar?
Komünistler sadece ulus ile herhangi bir ulusal akımı birbirlerinden ayırt etmekle yetinmezler. Ulusal kurtuluş hareketleri arasında da ayrım yapmaya özen gösterirler. En azından Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresinden beri burjuva demokratik ulusal akımlarla ulusal devrimci akımların birbirine karıştırılmamasına özen gösterirler. Oysa bu o kongrenin başlangıcına kadar Lenin dahil komünistlerin üzerinde durmadığı bir sorundu. Nitekim Lenin ulusal sorun komisyonun raporunu bizzat sunarken bu konuya parmak bastı:
“… geri kalmış ülkelerde demokratik burjuva hareketi sorununun önemine özellikle parmak basmak isterim. Aramızda bazı görüş ayrılıkları doğuran bir sorundur bu. Komünist Enternasyonalin ve Komünist partilerinin geri kalmış ülkelerde demokratik burjuva hareketi desteklemeleri gerektiğini söylemenin ilke olarak ve teoride doğru olup olmadığını tartıştık. Tartışmalarımız sonunda oy birliğiyle “burjuva demokratik” hareket yerine ulusal devrimci hareketten söz etme kararına vardık. Hiç şüphe yok ki her ulusal hareket ancak bir demokratik burjuva hareketi olabilir. … Bununla birlikte şöyle karşı görüşler ileri sürülmüştür. Burjuva demokratik hareketten söz edersek reformcu hareketle devrimci hareket arasındaki bütün ayrımı silip atmış oluruz. Oysa o ayrım son zamanlarda geri kalmış ve sömürge ülkelerde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çünkü emperyalist burjuvazi reformcu hareketi ezilen milletlere de sokmak için elinden geleni yapmaktadır. Sömürücü ülkelerin burjuvazisi ile sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma olmuştur. Öyle ki birçok kere belki de çoğunluk hallerde ezilen ülkelerin burjuvazisi bir yandan ulusal hareketi desteklerken öte yandan emperyalist burjuvazi ile tam bir anlaşma içerisindedir. Bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı onunla güç birliği yapmaktadır. Bu, komisyonda tartışma götürmez bir biçimde kanıtlandı ve tek doğru tutumun, bu ayrımı dikkate almak ve “ulusal devrimci” terimini kullanmak olduğu kararlaştırıldı. Bu değişikliğin anlamı şudur: biz komünistler olarak sömürgelerde burjuvakurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Bu şartlar yoksa bu gibi ülkelerde komünistler İkinci Enternasyonal kahramanlarının da saflarında yer aldıkları reformist burjuvazi ile mücadele etmelidirler.”
İşte bu saptamalar neden komünistlerin hangi ulusal kurtuluş hareketini destekleyip hangilerini desteklemeyeceğinin ölçüsünü ve bu ayrımın gerekçesini ortaya koymaktadır. Apaçıktır ki, bu saptamalar bu nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıt ve şarta bağlama konusunda en ufak bir ima dahi içermekte değildir.
Komünistler ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız bir hak olarak tanıyan komünistler herhangi bir ulusal kurtuluş hareketini destekleyip desteklemeyeceklerini bazı şartlara göre belirlerler. Bunlar özetle şu koşullardır:
- Emekçi yığınları örgütleyip emperyalizme karşı silahlandırmak;
- Diğer ulusal azınlıklar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmamak;
- Komünistlerin bağımsız örgütlenme ve propaganda yapmasına engel olmamak;
Komünistler sadece ve sadece bu koşulları yerine getiren ulusal devrimci hareketleri desteklerler. Nasıl desteklerler? Bu sorunun cevabı da koşulların içinde mevcuttur:
Komünistlerin ulusal hareketin başını çeken ulusal devrimci akımdan da bağımsız olan örgütlenme ve propaganda faaliyetleri yoluyla;
Emekçi yığınların emperyalizme karşı silahlandırılıp ayaklanmasına destek olarak, hatta öncülük ederek ;
Başka ulusal azınlıklar üzerinde hakimiyet kurulmasına karşı hassasiyet göstererek; yani ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bütün uluslar için kayıtsız şartsız tanıyarak.
İşte TKP’nin el çabukluğu ile üstünü örtmek istediği ilkesel tutum böyle özetlenebilir. Komünistler kendi bağımsız siyasal çalışmalarının önünü açarak ulusal kurtuluş hareketlerine müdahale etmenin ve bu hareketlerin önderliğini kazanmanın yolunu çizerken, TKP’nin oportünistleri kendi pasif tutumlarının sonucunda ortaya çıkan gerçekliği sosyal şoven tutumlarının ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini rafa kaldırmanın mazereti haline getirme gayretindedirler.
Böylelikle örneğin Çeçenistan’ın bağımsızlığı için mücadele edenler gericidirler; o halde Çeçenlerin kendi kaderini tayin etme hakkını «desteklemek doğru ve mümkün değildir», «Kürtlerin siyasal temsilcisi olma iddiasındaki akım yanlış bir çizgidedir; o halde Kürtlerin ayrılma hakkına saygı göstermek gerekmez» vb. benzeri oportünist manevraların zemini döşenmiş olmaktadır. Bu ince akıl yürütmelerin dolambaçları arasında birkaç tane basit soruyu sormaya yer kalmadığı da gözden kaçmaktadır:
Peki neden Çeçenlerin bağımsızlık mücadelesini yürütenler komünistler değil de gericilerdir? Neden Kürtler Şeyh Mahmut Berzenci’den beri yüzlerini komünistlere dönmüş oldukları halde, onların özgürlük mücadelesinin başını çekenler hala komünistler değildir? Neden Güney Kürdistan’daki Kürt örgütleri BAAS diktatörlüğüne karşı ABD’nin sunduğu tuzaklı değnekten başka tutunacak dal bulamamaktadır? Neden Kuzey Kürdistan’daki yığınlar, uğruna nice fedakarlıklara katlandıkları özgürlüklerine ulaşmalarına engel olan bir önderliğin peşinden hala ve ısrarla sürüklenmektedir?
Bu soruları sonsuza kadar çoğaltmak zor değildir. Ama hepsinin bir tane yanıtı vardır: Çünkü uğruna savaşılacak Komünist Enternasyonal gibi bir dünya partisi ve altında ölmeye değer bolşeviklerinki gibi bir bayrak çoktan beri yoktur. Buna karşılık komünizm adını kirleten TKP türü kalpazanlar çoktur. KöZ’ün arkasında duran komünistler komünizmin kalpazanlar ve tasfiyeci oportünistler tarafından kirletilen bayrağını bu lekelerinden arındırıp yeniden yüceltmek ve başta olduğu gibi dünya işçi sınıfının ve ezilen ulusların umudu haline getirmek için mücadele ediyor.
Sonuç
Bu yazı dizisinde şimdiye kadar TKP’nin ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmek için kullandığı gerekçeleri ele aldık. TKP’nin revizyonizmini yeni dönem tahlilleriyle gerekçelendirdiğini, kimi ulusal kurtuluş hareketlerini eleştirirken ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını defterden silmeye çalıştığını gördük.
Ama TKP’nin ulusal sorunla ilgili görüşlerindeki çarpıklıklar bunlarla bitmiyor. Türkiye sosyalist hareketinde yaygın şekilde görüldüğü gibi, TKP de Kürt sorunuyla Kürdistan sorununu birbiriyle karıştırıyor.
Önümüzdeki sayıda bu temel sorunu da ele alacağız ama bunu artık TKP üzerinden yapmaya gerek yoktur çünkü TKP bir bütün olarak ulusal sorunun üzerini örtmeye çalışan sosyal şovenizmin en belirgin temsilcisi olsa da Kürt sorunu ile Kürdistan sorununu birbirine karıştırmanın en tipik temsilcisi o değildir.
Onun açıkça ve resmen bağlandığı gelenekle bağlarını koparmakta tereddütlü davrananların yahut bu bağların bir kısmından kurtulmakla bağımsız bir çizgiye sahip olduklarını zannedenlerin de aynı çerçeveye gireceğini göreceğiz. Daha ilginci Kürt özgürlük hareketini temsil ettiğini iddia eden akımlarla Kürt sorununda en radikal tutumu savunma iddiasında olanların da bu tutumun kısır döngüsü içinde olduklarına değineceğiz.