“Tekrar Seçimlere” Yanlışları Tekrarlamadan Hazırlanalım

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Eylül 2015 tarihli 5. (102) sayısında yayımlanmıştır.]

7 Haziranla Yeşeren Parlamenterist Umutlar

7 Haziran seçimleri Erdoğan’dan rejimin mekanizmalarını kullanarak tedricen kurtulmak isteyenleri bir hayli umutlandırmıştı. Hesap açıktı: Önce AKP içindeki Abdullah Gül yanlılarıyla bir AKP-CHP koalisyonu kurulacak sonra Erdoğan sessizleştirilecekti. Erdoğan’ın adım adım kuşatılarak etkisizleştirilmesi sonundaysa AKP’nin parçalanması umuluyordu. Tam da bu nedenle seçimlerin hemen ardından Erdoğan’ın bir “üst akıl” olarak bahsettiği Amerikan emperyalizmi ve TÜSİAD bir AKP-CHP koalisyonu için hemen düğmeye bastılar. Aslına bakılırsa Kılıçdaroğlu tam da böyle bir koalisyona hazırlandığı için seçimlerden önce Erdoğan’ı cepheden karşısına almamaya özen göstermiş, demeçlerinde “devri sabık yaratmayacağız” mesajını vermişti.

HDP cephesi içinde önemli bir kesim de aynı umudu taşıyordu. Tam da bu nedenle seçim süreci boyunca “Seni başkan yaptırmayacağız!” şiarıyla öne çıkan HDP seçimin hemen ardından olası bir AKP-CHP koalisyonunun yoluna taş koymamak için “provokasyonlara gelmeme” bahanesinin arkasına sığınarak her türlü eylem ve etkinliği tatil etti. Bu iyimserliği gerekçelendirmek için elbette Erdoğan’ın seçimde aldığı yenilgiyi abartmak gerekiyordu. Erdoğan’ın seçim bozgunu abartılacaktı ki bundan böyle emekçilere “zaten yenilmiş olan” Erdoğan’a karşı mücadelenin gereksizleşmiş olduğu kabul ettirilebilsin. Seçimin hemen ardından “Erdoğan üç gündür evinden çıkmadı millet kafasını dinliyor.”, “Erdoğan ile Deniz Baykal yakında çay bahçesinde buluşurlar.” türü sululuklar bu pasif tutumu örtmek için yaygınlaştırılmaya başlandı. Böylelikle HDP Erdoğan’a karşı zaten kendi kararıyla girmemiş olduğu mücadeleden 7 Haziran’ın hemen ardından tekrar vazgeçmiş oldu.

Aslına bakılırsa MHP’nin kendisi de böyle bir beklenti içerisindeydi. Seçim gecesinde yapılan sert konuşma esas olarak MHP’nin CHP ile birlikte kurulacak bir koalisyonda yer almayacağını ifade ediyordu. AKP ile CHP’nin koalisyon kuracağını öngören MHP kendisine bu koalisyona karşı muhalafet rolünü biçiyordu, aslında HDP’nin oynaması gereken rolü ondan çalarak oynamaya başlıyordu. HDP AKP-CHP koalisyonunu engellememek için muhalefet rolünden kaçarken, böyle bir koalisyonun önünü açmak isteyen MHP de muhalefet sahasına çekildi.

Rejim Krizini İşaret Eden KöZ Meseleyi Farklı Bir Şekilde Ele Aldı

7 Haziran seçimlerinin ardından bu temelsiz iyimserlikler pompalana dursun, KöZ gelişmeleri önceden yaptığı rejim krizi saptamasına bağlı olarak ele almaya devam etti. 7 Haziran’daki seçimlerin Erdoğan’ın parlamenter yolla Anayasa değişikliği hayallerini suya düşürmekle kalmamış krizi daha da büyüterek bir hükümetin oluşturulmasını da neredeyse imkansız hale getirmişti. Seçimlerin hemen ardından KöZ ortaya çıkan tablonun Erdoğan’ın sinmesine değil daha da saldırganlaşmasına yol açacağını tekrar etti.

Doğrusu bu bakış açısı diğer sosyalistlerden farklı olarak KöZ’ün seçim öncesindeki patlama ve saldırılara bakışını da farklı kılıyordu. 7 Haziran’ı eşi görülmemiş bir seçim zaferi, bir milat olarak tanımlayanlar açısından saldırılar ve provokasyonlar bir parantezdi. Seçimleri kazanmak için son bir çırpınışta bulunan Erdoğan provokasyonlarla halkı galeyana getirmeye çalışmıştı. Ancak provokasyonlar metanetle karşılanmış Erdoğan da sandıkta yenilmişti. Bundan böyle, provokasyon parantezi kapanmıştı.

KöZ kapanan bir parantezden söz etmek şöyle dursun, tam tersine 7 Haziran’dan önceki süreçte yeni bir defterin açıldığını, bundan böyle saldırı ve provokasyonların ülke yaşamında belirleyici olacağını ifade ediyordu. Bu tutumuyla soldaki saflık ve iyi niyetle açıklanamayacak olan kör iyimserlikle KöZ’ün tutumu arasında taban tabana bir zıtlık vardı.

Amerikancı Muhalefet Soldan Daha Gerçekçiydi

Doğrusu düzen partileri bile, parlamentoya dair daha az yanılsamalar taşıdıklarından olsa gerek, 7 Haziran’ın ardından Türkiye’deki sosyalistlere kıyasla daha temkinliydiler. Tam da bu nedenle Amerika ve TÜSİAD’ın harekete geçirdiği güçler bir AKP-CHP koalisyonu için var güçleriyle bastırdılar. AKP-CHP koalisyonu için yürütülen görüşmelerin otuz iki gün sürmesi bu çabanın en çarpıcı örneğidir. Sıklıkla iddia edildiğinin aksine görüşmelerin hiçbir sonuç alınmamasına, hatta aslında Davutoğlu’nun bir koalisyon kurmayı istemiyor olmasına karşın bu kadar uzun bir süre boyunca sürmüş olmasının nedeni CHP’nin saflığı, siyaset bilmezliği değildir. Bilakis CHP ve onun akıl hocaları burjuva siyasetinin ayak oyunlarını son derece bildiği için bu görüşmeleri bu kadar uzatmışlardır. Uzatmanın nedeni, kamuoyuna “bakın bir koalisyon kurmak istiyoruz asıl istemeyen AKP’dir” diyerek sorumluluktan kurtulma kaygısı da değildir. Kamuoyuna AKP’nin samimiyetsizliğini teşhir etmek için haftalar boyunca kapalı kapılar ardında toplantı yapmaya gerek yoktu. Aynı sonuca MHP’nin izlediği yoldan da ulaşılabilirdi. Aslına bakılırsa CHP’nin bugünkü pozisyonu kamuoyu nezdinde ona daha fazla itibar kaybettiren bir pozisyon olduğuna göre bu görüşmeleri uzatan tarafın AKP değil CHP olduğu sonucuna varmak gerekir.

CHP’nin görüşmelerdeki ısrarını “Siyasette altı gün değil altı saat bile çok uzun süredir” diyerek gerekçelendiren CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel’in sözleri CHP’nin bir koalisyon yoluyla Erdoğan’ı kuşatmak için vargücüyle çabaladığının kanıtıdır. Ancak nihayetinde Erdoğan AKP içinde ağır bastı ve “Davutoğlu’nun intihar edecek hali yok” diyerek süreci noktaladı. Bu ifade ile aslında onun da AKP – CHP koalisyonunun kendi intiharı olduğunun farkında olduğunu bu dayatmayı kabul etmemek için elinden geleni ardına koymayacağını ifade etti. Böylelikle Erdoğan’ın kuşatarak teslim alma planları suya düşmüş oldu.

Doğrusu Erdoğan’ın bu pervasız tutumu dahi sol açısından uyarıcı uyandırıcı olmadı. Solun özellikle HDP’nin etrafında öbeklenmiş kesimi Erdoğan’ın parlamenter yollarla etkisizleştirilebileceği masalına inanmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla aymazlık içindeki bu kesimler Erdoğan’ın “tekrar seçim” çağrısını “hodri meydan” diyerek yanıtlamaktadırlar. Anket sonuçlarına göre seçimlerin farklı bir sonuç üretmediğini, hatta HDP’nin oylarının daha da artmasına yol açtığını savunan bu kesimler, Erdoğan’ın uzatmaları oynadığını, yaklaşan seçimlerle birlikte seçmenin nihai sillesini yiyeceğini savunamaktadır. HDP’nin 1 Kasım seçimlerindeki hedefini 110 milletvekili olarak belirlemesi bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Seçimlere gitmemek için vargücüyle çırpınan TÜSİAD çizgisi ve CHP’nin karşısında solun seçime karşı bu kayıtsızlığı Türkiye’yi değiştirme iddiasıyla yola çıkan bir partinin Türkiye gerçekliğinden bu kadar uzak olması parlamenterizmin ne boyutta bir körleşme yaratabileceğini çarpıcı bir kanıtıdır.

1 Kasım Seçimleri 7 Haziran’ın Bir Tekrarı Olmayacak

Kuşkusuz Erdoğan’ın 7 Haziran’dan bir kaç gün sonra bir erken seçim değil “tekrar seçim” ihtimalinden söz etmesi bir tesadüf yahut dil sürçmesi değildi. Esas olarak sandıktan çıkan sonuçları beğenmeyen Erdoğan’ın istediği sonucu elde etmek için seçimi tekrarlatma arsızlığına işaret eder. Kendi prosedürüne uygun bir şekilde işleyen bir burjuva demokrasisinde hükümetlerin seçim sonuçlarına uyması, bu sonuçlara uygun bir koalisyon kurmaları icabet ederdi. Oysa bugün tersi bir durum söz konusudur, seçimlerin hükümete uyması beklenmektedir. Seçimler Erdoğan’ın istediği sonuçlar çıkana dek tekrarlanacak (yahut tümüyle rafa kaldırılacaktır). Erdoğan’ın tekrar seçimden kastı bundan ibarettir.

Ancak tekrar sözcüğünün bu anlamı dışında 7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri arasında en ufak bir benzerlik bile olmayacaktır. Ne yazık ki yeri geldiğinde diyalektikten, “aynı nehre iki kere girilemeyeceğinden” bahsetmekten pek hoşlanan bu kesimler 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran seçimlerinin bir tekrarı olmayacağını idrak edemiyorlar.

Halbuki en fazla seçim anketi yaptıran da, aynı nehre iki kere girilemeyeceğini en iyi bilen de Erdoğan’dan başkası değildi. Aslına bakılırsa çözüm masasını tekmeleyişinden kendisinin 7 Haziran’daki seçimlere de o şekliyle girmek istemediği sonucuna varmak zor değildir. Erdoğan 7 Haziran seçimlerine de çok daha baskıcı bir ortamda girmek istiyordu. Ancak Mart ayındaki savaş ilanı ile 7 Haziran seçimleri arasında çok az zaman vardı. Ülke içindeki siyasi iklimi bu kadar kısa süre içinde değiştirmeyi başaramadı. 7 Haziran sonrasındaki tüm gayreti ise bu yöndedir.

Erdoğan’ın Seçim Hedefli Savaşı Türk Devletinin Kürdistan’daki Elini Zayıflatıyor

Eğer Erdoğan tekrardan 7 Hazirandakine benzer şekilde gerçekleşecek bir seçime hazırlanıyor olsaydı, “seçmenlere kulak vermesi” gerekirdi. Yani ekranlarda daha az görünüp, Kürtlere karşı da bu kadar saldırgan bir dil benimsememesi gerekirdi. Halbuki Erdoğan’ın tutumu tam aksi yöndedir. Tekrar seçimlerin açılışını Suruç’taki katliamla yapmış, peşi sıra IŞİD’e saldırıyorum bahanesiyle PKK kamplarını bombalamaya başlamıştır. Nihayetinde Türkiye Kürdistanı sathında tüm Kürtlere savaş açmıştır. 7 Haziran’ın öncesindeki tutumu da aslında seçmen psikolojisinden anlamıyor olmasıyla değil; zaten o zaman da 1 Kasım’dakine benzer bir seçime hazırlanıyor olmasıyla ilgiliydi.

Erdoğan’ın Kürtlere karşı açtığı savaş sıklıkla 90’lardaki savaşa benzetilse de tümüyle farklı bir nitelik taşımaktadır. Dağlık bölgelerde ağaçların arasına gizlenen gerillaya yönelik değil, Kürdistan şehirlerinde emekçilerin arasında kendine yer bulan KCK’lilere yönelik bir saldırıdır söz konusu olan. Birincisi ağaçların kesilmesini ve köy boşaltmaları gerektirirken bugünkü Kürt emekçilerine karşı topyekun bir savaş ilan etmeyi gerektirmektedir. Doğrusu bu türden kapsamlı saldırılara girişip de ezilen bir ulusu ortadan kaldırmayı başarmış bir örnekten söz etmek mümkün değildir. O bakımdan Erdoğan’ın açtığı savaşın orta vadede Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürdistan’daki elini iyice zayıflatacağına hiç şüphe yoktur. Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun erimli çıkarlarıyla çelişen operasyonlara kalkışması 1 Kasım’daki seçimlere “seçmenlere oynayarak”, nabza göre şerbet vererek değil bambaşka bir şekilde hazırlandığını göstermektedir. Bu hazırlığın ne olduğunu anlamak için KöZ sayfalarında döne döne vurgulanan rejim krizi saptaması üzerinde bir kez daha durmakta fayda vardır.

Erdoğan Çıldırmadı Rejimin Krizi Derinleşiyor

Erdoğan’ın Kürdistan’da Türkiye’yi sonunu hiçbir burjuva aktörün kestiremediği bir maceraya sürüklemesi pek çoklarının sandığı gibi Erdoğan’ın çıldırdığını değil 12 Eylül rejiminin artık eskisi gibi işleyemez olduğunu gösterir. Rejimin normal işlediği bir dönemde Erdoğan’ın Türkiye’yi böyle bir maceraya sürüklemesi mümkün olmazdı. Erdoğan’ın yaptıklarının onda birini yapan bir politikacı yargı, meclis, olmazsa ordu tarafından etkisizleştirilirdi.

Ancak Erdoğan’ın on üç yıllık AKP iktidarı boyunca ama özellikle de paralel operasyonlarının ardından bürokrasi içindeki kontrolünü arttırması, üst kademe bürokrasinin önemli bir kesimini politize edip parti denetimine tabii tutması, hatta tüm bu kesimleri bizzat kendisine bağlaması, rejimin kendi mekanizmalarıyla Erdoğan’ın önünü kesmesini mümkün kılmamaktadır. Bu 12 Eylül rejiminin krizinin bir yönüdür.

Ancak Erdoğan’ın bürokrasi içinde kazandığı güç onun rejimi kendi hedefi doğrultusunda değiştirmesini kolaylaştırmamaktadır. Zira Türkiye’deki rejim parlamenter bir rejimdir. Dolayısıyla rejimi değiştirmek için sadece bürokrasiden gelecek tehlikeleri bertaraf etmek değil aynı zamanda parlamentoda ezici bir çoğunluk oluşturmak da gereklidir. Oysa başlangıçta sandığa yaslanmış olan Erdoğan 2007’den beri türlü manevralarla bürokrasi içinde güç kazanırken meclis zemininde ise adım adım güç kaybetmektedir. Bu da rejim krizinin ikinci yönüdür.

Sandıktan ve Amerika’dan aldığı destekle AKP iktidarı öncesindeki bürokrasiye savaş açan Erdoğan şimdi sandığa ve Amerikancı güçlere bu yıprattığı itibarsızlaştırdığı güçlerle, 12 Eylül rejiminin en gerici özelliklerini benimseyerek savaş açmak durumundadır. Bu da rejim krizinin ikinci yönüdür. 1 Kasım seçimlerine giderken de meselenin asıl bu noktası önem taşımaktadır.

2011 seçimlerinde seçim sisteminin bir sonucu olarak oylarını arttırmasına karşın AKP Anayasayı referanduma götürecek çoğunluğu yitirmişti. 2014 ve 2015 seçimlerinde ise oyları artık iyice azalmaya başlamış, öyle ki 2015 seçimlerinde artık hükümet kuramaz hale gelmiştir. 1 Kasım seçimlerinde de seçmenin Erdoğan’a daha fazla itibar edeceğine dair ortada hiçbir emare yoktur.

1 Kasım Seçimleri “Sopalı Seçimler”dir

Tüm bu tablo akılda tutulduğu zaman Erdoğan’ın yaklaşan seçimlere nasıl hazırlanacağı açığa çıkar. Seçmenin terbiye edilmesi, seçmen tercihlerinin iyiden iyiye yok sayılmasını gerektirir. Başka bir deyişle her fırsatta Demokrat Parti’nin takipçisi olduğunu ve İttihatçı zihniyete savaş açtığını iddia eden Erdoğan tarihin bir cilvesi olarak seçimlere 1946 CHP’sinin “açık oy gizli sayım” prensipleriyle, İttihatçıların kendileri dışındaki kimseye oy kullanma hakkı tanımadıkları 1912 “sopalı seçimler”inden feyz alarak hazırlanmaktadır.

Üstelik terbiye edilecek seçmen de soyut bir seçmen değildir, kim olduğu apaçık ortadadır. 1 Kasım seçimlerinde Erdoğan’ın hedef tahtasında HDP ve HDP’ye oy verecek seçmenler olacaktır. HDP’nin seçime katılamaz, katılsa bile hiçbir siyasi faaliyet yürütemez duruma getirilmesi, HDP’ye oy verecek seçmenlerin oy kullanmaması, kullanılan oyların imha edilmesi Erdoğan’ın seçim planın merkezinde yer almaktadır. HDP’nin kapatılması, seçimlere olağanüstü hal koşullarında gidilmesi Erdoğan’ın repertuarı içindedir. Seçimlerin ertelenmesi ise bu repertuarın dışında değildir.

O halde 7 Kasım seçimlerine “hodri meydan”, “haydi milli iradeye başvuralım” diye hazırlanmak, seçimlerle Erdoğan’ın süpürüleceğini söylerek seçimlere hazırlanmak Erdoğan’ın kurmuş olduğu mezbahaya mağrur bir ifadeyle, güle oynaya gitmek anlamına gelecektir.

Boykotçuluk da Erdoğan’ın Ekmeğine Yağ Sürer

Peki madem seçimler Erdoğan’ın hazırlamış olduğu bir kumpas o halde seçimleri boykot etmek mi gerekir? HDP saflarında parlamenterist eğilimler olduğu kadar, seçim sürecindeki provokasyonları bahane edip keskin söylemlerin arkasına saklanarak seçimleri boykot etmek gerekir diye düşünen eğilimlerin olduğu sır değildir. Ancak bu tutumun da Erdoğan’ın işine geleceği apaçıktır. Erdoğan’ın tüm planı HDP’yi meclis dışına atmak üzerine kurulmuştur. Seçimleri alternatif bir parlamento kurmadan, bir ayaklanmaya dayanan iktidar organlarına yaslanmadan boykot etmek, Erdoğan’ın bu planı gerçekleştirmesini beklemeden teslim olmak anlamına gelecektir.

Parlamenterist bir çerçevenin dışına çıkamayanar için ortada çözülemez bir çelişki vardır. Bu şekliyle seçimlere katılmak Erdoğan’ın işine geliyor, seçimleri boykot etmek ise Erdoğan’ın işine daha da fazla geliyor. Halbuki seçimlere, seçim zaferleriyle “Türkiye’yi yeniden kurma” hayalleriyle hazırlanmaktan vazgeçildiği takdirde bu süreçten Erdoğan’ın hesaplarını bozacak şekilde faydalanmak mümkündür.

Bunun için seçimleri Erdoğan’ı geriletecek temel bir araç olarak değil, Erdoğan’ı geriletecek asıl gücün, yani emekçilerin kitlesel eylemlerinin toparlanıp örgütlenmesi için bir vesile, bir sıçrama tahtası olarak görmek gerekir. Böyle bir durumda da 1 Kasım seçimlerine 7 Haziran seçimlerinin öncesindeki ve sonrasındaki hataların dersleriyle hazırlanmak gerekir.

7 Haziran Öncesi ve Sonrasındaki Yanlışlar

Aslına bakılırsa kendi altını oyan tüm nesnel koşullara karşın Erdoğan’ın pozisyonunu koruyor olması, hatta siyasi inisiyatifi elinde tutması kendi meziyetlerinden ötürü değildir. Onun karşısında durmakla yükümlü olanların yanlış siyasal değerlendirme ve tutumlarından kaynaklanmaktadır. Geziden bugüne uzanan bir süreçte Erdoğan’ın sıkıştığı, darbeler aldığı bir dönemde sol içerisindeki Erdoğan karşıtlığı zayıflamış, Erdoğan’a karşı eylemli mücadeleyi yükseltme girişimleri zayıflamıştır. Böylelikle Erdoğan kendisini sarsan tüm badireleri şu ya da bu şekilde atlatmayı başarmıştır. KöZ sayfalarında Gezi Ayaklanmasından beri bu nokta üzerinde durulduğu için şimdilik sadece 7 Haziran’a ön gelen süreçten itibarenki olgular üzerinde duralım.

7 Haziran seçimlerine damgasını vuran, bir anlamda bu seçimlerde HDP’nin tahminlerin ötesinde bir oy almasını sağlayan “Seni Başkan Yaptırmayacağız!” şiarı oldu. Ancak bu şiarın yarattığı siyasi enerji ve aldığı sonuç, HDP’nin seçimlere bir kaç ay kala ortaya çıkan bu konumunun onun kendi tercihi olduğu yanılsamasını yaratmamalı. Tersinden bu tutum esas olarak Erdoğan’ın “çözüm süreci yoktu ve hiç olmadı” açıklamasından sonra ortaya çıkmıştır ve aslına bakılırsa HDP’nin genel olarak benimsediği politik çerçevede iğreti bir yer tutmuştur. Bu iğretilik nedeniyle HDP seçim süreci boyunca “seni başkan yaptırmayacağız” şiarını emekçileri harekete geçirerek, kitlesel eylemlerle tamamlamayı düşünmemiştir. Hatta tam tersi bir tutumla, örneğin Renault direnişi gibi imkanlar belirdiğinde, bu eylemlerle etkileşim içine girmekten özellikle kaçınmıştır. HDP’nin seçim çalışmaları diğer partilerin seçim sürecindeki çalışmalardan farksız geçmiş esas olarak seçim mitingleriyle sınırlı kalmıştır. Seçim süreci boyunca Erdoğan adım adım saldırılarla provokasyonlarını örerken, HDP’nin tutumu “AKP provokasyonlarla sokağa çekmek istiyor bu provokasyonlara gelmeyelim olmuştur.” Böylelikle seçimler gibi politizasyonu arttıran, emekçilerin örgütlenmesinin önünü açan bir süreç esas olarak oy devşirmekle sınırlı bir çalışma için kullanılmış. HDP’ye oy verecek emekçilere, Erdoğan’a karşı bir hareket planı önerilmemiştir. Bu da 7 Haziran sonrasında bekle gör tutumunun ortaya çıkmasının yolunu döşemiştir. Meclisi çalıştırmak istemeyen Erdoğan’ın oyununu bozacak şekilde meclisi çalıştırmak yerine, sonuç vermeyeceği belli olan koalisyon tartışma ve girişimlerini pasif bir biçimde izlemekle kaldı. Böylece Erdoğan’ın tekrar seçim planını önlemek yerine, onun yolunun döşenmesine katkı koymuş oldu. Tam da, 8 Haziran’a dair politik bir çağrısı olmayan bekle gör tutumu nedeniyle. Seçimlerin ardından bir hükümet krizi ortaya çıkınca, HDP bu krizden ezilenler lehine faydalanmak yerine, hükümetin kurulması için çaba gösteren bir hatta gelmiştir. Bu da “seni başkan yaptırmayacağız” çizgisinin toptan terk edilmesi değilse bile gücünü ve anlamını yitirmesi anlamına gelmiştir.

7 Haziran sonrasındaki zaten sınırlı bir şekilde yürütülen eylem ve etkinliklerin bıçakla kesilmiş gibi son bulması, seçim başarısına yakışır bir kutlama yahut miting bile yapılmaması esas olarak Erdoğan’a AKP-CHP koalisyonunun önünü kesecek bahaneler vermeme kaygısından ileri gelmekteydi. “AKP-CHP koalisyonuna mani olmayalım kaygısı seçim sonrasında da hep “provokasyonlara gelmeyelim” koduyla ifade edildi.

HDP eğer seçimlere Türkiye’nin Erdoğan’dan kurtulması için katılmış olsa idi. AKP-CHP koalisyonunun örtülü destekçisi olmak yerine 8 Haziran’da Erdoğan’a karşı daha şiddetli bir hücuma başlardı. Meclisi ve 80 milletvekillerini aktif bir şekilde kullanır, Erdoğan’ın üstüne soru önergeleriyle, halk toplantılarıyla, mitinglerle yürümeye devam ederdi.

HDP böyle bir çizgiyi benimsemedi. Tam tersine seçimin ertesi gününden itibaren “Erdoğan’ın işinin bittiğine” dair temelsiz bir yanılsamayı emekçiler arasında yaygınlaştıran bir çizgi benimsedi. Aslına “Erdoğan’ın işi bitti” demek biz bundan sonra Erdoğan’a karşı cepheden mücadele etmeyeceğiz sonucuna ister istemez varıyordu.

HDP’nin seçim öncesinde iğreti bir şekilde benimsediği çizgiyi terk etmesi sonucunda ortaya çıkan muhalefet boşluğunu MHP Erdoğan’ın “tekrar seçim” planının önünü açan bir şekilde doldurdu. Böylelikle Türkiye’deki siyasi mücadele HDP’nin değil MHP’nin şekillendirdiği bir hava içinde gelişti. Erdoğan’ın işinin bittiği yanılsamasını yayarak AKP-CHP koalisyonun eleştirel destekçisi pozisyonuna soyunanlar Erdoğan’a onun en zayıf olduğu anda vurmaktan imtina edince Erdoğan kendi oyununu kurdu ve hücuma geçti. Suruç katliamı bu hücumun başlangıç düdüğü oldu.

Suruç katliamıyla birlikte devlet provokasyonlarının “provokasyonlara gelmeyelim” denilerek, eylemsizlikle durdurulamayacağı açığa çıktı. Bu türden bir eylemsizlik çizgisinin devleti çok daha sansasyonel ve kanlı katliamlar planlamaya ittiği bir kez daha açığa çıktı. Bu provokasyonlara kitle eylemleriyle değil gerilla saldırılarıyla karşılık verilince süreç tam da Erdoğan’ın istediği bir çizgide ilerlemeye başladı.

6-7 Ekim’deki Kobanê eylemleri Erdoğan’a istediği meşruiyeti getirmemişti. Bugünkü eylemler, mücadeleyi devletle gerilla arasındaki bir mücadeleye indirgediği ölçüde onun siyaset zemini sağlamlaştırdı. Halbuki seçim çalışmalarının aktifleştirip, politikleştirdiği kesimlere dayanarak farklı bir cevap vermek ve Erdoğan’ın elini zayıflatmak mümkün olabilirdi. Ancak bunun için parlamentarizm ile gerillacılık arasında sıkışmaktan kurtulmak gerekiyordu.

Gerillacılık ve Parlamenterizm Arasındaki İşbölümü Emekçileri Siyasetin Dışına Çıkarıyor

Gerillacılık ile parlamentarizm elbette sol içinde aynı düzlemde ele alınabilecek akımlar değildir. Zira bu akımlardan birincisi devleti yıkmayı yahut belli bir bölgede devletin egemenliğine son vermeyi hedeflerken diğeri verili devlet aygıtının içine girerek onun bir parçası olan parlamento ile reformlar yapmayı önüne koyar. Ancak her iki siyasi akımın da kalkış noktası kitlelerin devrimci eylemine duyulan güvensizliktir. Kitle eylemleri her iki akım açısından da bir kargaşaya işaret eder. Bu kargaşayla devlete karşı mücadele edemeyeceğini savunan gerilla akımları, kitle eylemlerine son verip halkı ordulaşmak görevini önüne koyarken. Kitle eylemlerinin düzenin altını oyarak parlamenter düzenin de etkisini azaltacağını cağını düşünen parlamenterist akımlar ise bu eylemlerin önünü kesip, dikkatleri parlamentoda verilecek mücadeleye çekmek isterler. Her iki durumda kitlesel olarak harekete geçmiş emekçilere siyasal olarak önderlik etmek gibi bir gündem yoktur (Gezi ayaklanmaları sırasında bu bir kez daha görülmüştür). Her iki durumda da parti siyaseti kendisi yapar, emekçiler siyasal mücadelenin dışındadır.

Parlamenteristler devletin içine girerek diğer partilerle mücadele eder, emekçilerden oy desteği alır. Gerilla hareketi ise düşman olarak ilan ettiği devletle çarpışır. Emekçilerden ise asker, erzak desteği verip yardım ve yataklık yaparak gerillaya sahip çıkmakla yetinmesi beklenir. Dolayısıyla her iki hareket de kendilerinden bağımsız harekete geçmiş emekçi hareketlerine hoş bakmaz, bu hareketlerin önünü kesmeye çalışırlar.

Gerillacılık ve parlamentarizm arasındaki iş bölümü genellikle zaman içinde değişir. Savaş zamanı gerilla mücadelesi yürütmüş olan akımlar zaman içerisinde müzakere masasına oturup parlamenter kanallardan siyaset yapmaya başlar. Brezilya’sından Uruguay’ına Latin Amerika ülkelerinin çoğu buna örnektir. Ancak yaşadığımız coğrafyada PKK devletin istediği şekilde tasfiye olmamaktadır. Sözde barış masası bir kurulup bir dağıldığı ama aslında hiç kurulmadığı için gerillacı ve parlamenterist akımlar aynı kampta yer aldığı gibi bir iş bölümü içinde de bulunmaktadır. Savaş yapılacaksa PKK gerilla mücadelesi vermekte, barış umudunun pompalandığı dönemde gerilla Kandil’e çekilirken HDP’nin parlamento içindeki barış arayışı başlamaktadır. Bu bakımdan Duran Kalkan’ın bir yandan PKK ‘nin AKP faşizmine karşı savaş açtığından söz edip diğer yandan da HDP’nin AKP’ye karşı tümüyle sert ve uzlaşmaz davranmasının hata olduğunu söylemesi bir çelişki değil, gerillacılık ile parlamenterizm arasındaki iş bölümünün çarpıcı bir örneğidir.

Seçim Hükümetinde Yer Almak HDP’nin Bindiği Dalı Kesmesi Anlamına Gelir

Doğrusu bu iş bölümünün kanıtlarını aramak için KCK yöneticilerinin beyanlarına bakmaya gerek yoktur. HDP’nin kurulan seçim hükümetinde yer alması da aynı mantığın ürünüdür. PKK saldırılarını yoğunlaştırırken, HDP seçim hükümetine dahil olarak sonuna kadar parlamenter kanallar içinde yer alacağının mesajını vermiştir.

Gerillacılık parlamenterizm çerçevesinde tutarlı olsa da, HDP’nin bugün taşıdığı siyasi iddialar ve yarattığı siyasi potansiyel akılda tutulduğunda hükümette yer alma kararı HDP açısından bindiği dalı kesmek anlamına gelecektir. Her şeyden önce kurulan bu seçim hükümeti göstermelik bir hükümettir. Asıl hükümet 7 Haziran’dan beri Türkiye’yi burjuva demokratik sınırlar çerçevesinde dahi gayri meşru bir şekilde yürüten Beştepe’deki Saray’ın hükümetidir. HDP göstermelik seçim hükümetine girerek, Türkiye’de sanki Erdoğan’ın hükümetinden başka bir hükümet varmış yanılsamasını yaratmış, Saray hükümetini perdeleyerek meşrulaştırmıştır.

İkincisi Demirtaş hükümette yer alma kararını önce “seçim güvenliğini sağlama” için çaba göstermeyle açıklamıştır. Bu iddia da geçersizdir. Kendisine düşman bir bürokrasinin tepesine oturan bir bakanın devlet aygıtının üzerinde hiçbir kontrol gücü olmaz. Hatta tersinden HDP’nin hükümette olduğu dönemde provokasyon ve saldırıların artacağını ve bu saldırıların sorumluluğunun hükümet ortağı olarak HDP’nin omuzlarına yıkılacağını öngörmek gerekir. 1978 Maraş katliamının Ecevit, 1993 Sivas katliamının SHP döneminde, 19 Aralık F Tipi operasyonlarının Ecevit döneminde gerçekleşmesi tesadüf değildir. Zaten Demirtaş’ın kendisi de bu koşullarda güvenli bir seçim yapılamaz diyerek hükümete girmenin temel gerekçesini hükümsüz kılmıştır.

Üçüncüsü hükümette yer almak seçime kadar ilerleyen dönemde HDP’yi sürekli hükümetten ayrılmak ya da hükümetin emekçi düşmanı icraatlarının sorumluluğunu taşımak arasında tercih yapmaya zorlayacaktır. Ayrılma kararı hükümete girmenin yanlış olduğunu tescil edeceği için HDP’ye zarar verecektir, ne olursa olsun hükümette kalma ısrarı ise tersinden seçim süreci boyunca HDP’yi köstekleyecektir.

Kısacası HDP’nin hükümette kalması karşıtlarının devletin kirli icraatlarının sorumluluğunu onun üstüne yıkmasını kolaylaştıracak aynı zamanda HDP’nin siyasi düzeyi, hükümet ve Erdoğan karşıtlığı 7 Haziran’ın çok daha gerisinde bir seçim çalışması yürütmesine yol açacaktır. Halbuki HDP’yi yüzde onun üzerine çıkaran şey sınırlı bir şekilde de olsa bu iddiayı sahiplenmiş olmasıydı.

Barış Bloku ve Barış Eylemleri AKP’ye Karşı Etkili Bir Seçim Çalışması Yürütülmesine Köstek Oluyor

Sadece HDP’nin hükümete girme kararı değil aynı zamanda devletin operasyonları başladığından beri kurulmaya başlanan barış blokları ve onların düzenledikleri eylemler de gerillacılıkla parlamenterizm arasındaki iş bölümünün tipik örnekleridir. HDP’nin başını çektiği Barış Bloku girişimleri kendi beyanlarına bakılırsa esas olarak sol içindeki ve dışındaki siyasi akımları sadece ve sadece barış talebi merkezinde bir araya getirmeyi, kitlelerin tek vücut olarak Erdoğan’ın savaş politikalarına karşı çıktığını göstermeyi hedefliyordu. Bu amacını gerçekleştirmek içinse Barış Bloku çağrıcısı olduğu eylemlere katılanların kendi kimlikleriyle gelmelerine yasak koydu, barış bayrakları dışında hiçbir bayrağa, pankarta ve dövize izin vermedi. Bu tutum bir kez daha gerilla savaşının yükseldiği dönemde kitlelere biçilen rolün pasif bir barış destekçiliği olduğu bir kez daha açığa çıktı.

Ancak Barış Bloku girişimi bir başka parlamenter hesabın da parçasıydı. HDP CHP’yi de barış blokuna katmak böylelikle parlamenter zeminde AKP’nin karşısında CHP’yle yan yana hareket etmek istiyordu. Tam da bu yüzden HDP CHP’yi Barış Bloku eylemlerine ısrarlı bir biçimde çağırdı. Aslına bakılırsa Barış Bloku eylemlerindeki siyaset yasağı da aynı zamanda CHP’yi ürkütmeme kaygısıyla yakından ilişkiliydi. CHP’yi sözümona tarafsızlaştırma kaygısı güden HDP kendisini destekleyen ve güçlendiren tüm kesimlerin siyasi çizgilerini geri plana atmaya çalışıyordu.

1 Eylül eylemleri geride kaldığında ortaya çıkan tablonun her iki anlamda da bir fiyasko olduğu açıktır. Barış Bloku’na dahil edilmek istenen CHP bu blokta yer almak şöyle dursun geçmişte tezkereye karşı oy verirken bu sefer evet oyu vermiş, “terörizmi lanetlemeye” başlamıştır. Daha da önemlisi 7 Haziran öncesindeki kalabalıkların anca yüzde biri Barış Miting’lerine itibar etmiştir. Bu durum kitlelerin Erdoğan’dan yılması ya da savaş arzusu ile açıklanamaz kuşkusuz. 7 Haziran seçim kampanyası, doğru ya da yanlış kitlelere Erdoğan’dan kurtulmak için bir yol çiziyordu. Emekçiler ve ezilenler de bu çalışmaya coşkuyla katılmışlardı. Tersinden bugün hedefi belirsiz ve daha da kötüsü siyaseten yasakçı barış mitingleri emekçilere Erdoğan’dan nasıl kurtulunacağına dair en ufak bir şey bile söylememektedir. Böyle bir durumda da eylemlere katılmanın kendisi anlamsız hale gelmektedir.

1 Eylül Barış eylemlerinin sonrasında ortaya çıkan tablo aslında 1 Kasım’daki seçimlere nasıl hazırlanmak gerektiğini de bir kez daha tersinden göstermektedir. Bugünün ihtiyacı nasıl geleceği belli olmayan soyut barış çağrıları temelinde kurulan platformlar değil Erdoğan’a karşı mücadele platformlarıdır. Bu mücadele platformlarını şu ya da bu siyasi kimliğe yasak koyarak değil, ayrı dur birlikte vur şiarıyla en geniş kesimlerin kendi siyasal kimlikleriyle katıldıkları siyasal platformlar olarak tasarlamak gerekir. Bu platformların asıl amacının “dostlar alışverişte görsün misali” sembolik eylemler düzenlemek değil, varoşlarda emekçilerin katılacağı halk toplantıları, yürüyüşler ve diğer etkinlikleri örgütlemek ve bu eylemler üzerinden harekete geçirilen emekçilerin enerjisini birleşik mitinglere taşımak olmalıdır. Önümüzdeki günlerde güvenlik nedeniyle her türlü mitingin yasaklanacağı akılda tutulduğu zaman varoşlardaki eylem ve etkinliklerin önemi bir kez daha ortaya çıkar.

KöZ’ün Arkasındaki Komünistlerin Tutumu : HDP’ye Rağmen HDP

7 Haziran seçimleri öncesinde KöZ tutumunu “HDP’ye rağmen HDP” diye ifade etmişti. Bu tutum seçim çalışması yürütmek istemeyen HDP’yi onu aşan bir seçim çalışmasıyla meclise taşıma anlamına gelmiyordu. HDP’nin seçim döneminde ortaya çıkan fırsatları değerlendirme ve Erdoğan’a karşı kitlesel bir seferberlik örme konusundaki niyetsizliğine rağmen seçimlerde HDP’yi eleştirel bir şekilde destekleme anlamına geliyordu. 7 Haziran’ın öncesinde ve sonrasındaki süreçte HDP’nin izlediği çizgi KöZ’ün HDP’ye rağmen derken ne kast ettiğini tüm somutluğu ile ortaya koymuştur. HDP 7 Haziran öncesinde kitlesel bir emekçi muhalefeti örmek için gerekli adımlar atmamış, 8 Haziran’dan itibaren Erdoğan karşıtı söylemi rafa kaldırmış, mecliste Erdoğan’ı sıkıştıracak adımları atmak yerine hükümet kurulana dek bekleme pozisyonuna geçmiş, süreç boyunca günü kurtarmaya yönelik eylemlerle yetinmiş, Barış Bloku eylemleri ile eylemleri siyasetten arındırmaya çalışmış, en nihayetinde de seçim hükümetine girmiştir. Kısacası önündeki tüm fırsatları tepmiş, kitlesel bir emekçi muhalefeti için ne gerekiyorsa tam tersini yapmıştır. Başka bir deyişle KöZ’ün niye “HDP’ye rağmen” dediğini envai şekilde somutlamıştır.

Ancak tüm bunlara karşın bugün rejim krizinin nedeni de Erdoğan’ın istediği gibi at koşturamamasının nedeni de HDP’nin meclisteki varlığıdır. Eğer Erdoğan Beştepe’deki sarayından süprülecekse bu da ancak HDP’nin destekçisi olan emekçilerin seferber olmasıyla mümkün olacaktır. Tam da bu yüzden tüm saldırılar HDP üzerinde yoğunlaşmıştır. Saldırıların amacı HDP’yi meclis dışında bırakmak, HDP’yi destekleyen emekçileri sindirmektir. Tam da bu nedenle 1 Kasım’a giden süreçte ve sonrasında en önemli siyasal görev HDP’ye sahip çıkmak ve HDP’nin parlamentoda yer almaya devam etmesi için çabalamak olmalıdır. HDP’ye sahip çıkarken onu eleştirmek bu desteği zayıflatmaz tersinden HDP’ye yönelik hiçbir eleştirinin bu dönemde Erdoğan’ın saldırıları karşısında HDP’yle saf tutmamanın bahanesi olamayacağını gösterir.

KöZ bu nedenle 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi 1 Kasım seçimlerinde de “HDP’ye rağmen HDP” şiarını benimseyecek seçimlerde emekçilerin en geniş kitlesel muhalefetini örme kaygısı ve önerileriyle seçim çalışmalarında aktif olarak yerini alacaktır. Ancak böyle bir mücadeleyi verenler HDP’nin içinde yahut dışında bulunan ve önderlik sorununa devrimci bir çözüm arayışı içinde olan güçlerle rejimin krizine devrimci bir şekilde son verecek partiyi yaratma mücadelesinde buluşabilirler.

Paylaş