Bu yazı Ekim 2001 tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 12. sayısında yayımlanmıştır.
Daha TC’yi kuracak olan partinin adı belli değilken, TKP kurulmuştu. Kuvayi Milliyeciler yeni yeni toparlanıp nasıl bir hat izleyeceklerini tartışırken ve kendilerini muhataplarına anlatmaktayken, TKP’nin kurmayları Anadolu ve Kürdistan’da Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarından beri mayalanmakta olan ve Ekim Devrimi’nin rüzgarı ile büyük bir ivme alan harekete bizzat önderlik etmek üzere ellerinde proleter devrimin programı, ufuklarında bir sovyet cumhuriyeti hedefi ile Bakü kongresine 75 delege gönderen topraklara ayak basıyorlardı.
Ne var ki Ekim Devrimi’nden doğan Sovyet Cumhuriyeti’nin Orta Asya steplerine, Gobi Çölü’ne, Hazar Denizi’nin kıyılarına ve Volga nehrinin kıvrımlarına kadar yayıldığı iç savaşın ateşinde pişen; ve bizzat bolşevikler tarafından yetiştirilip politik ve örgütsel olarak donatılan ilk Türkiyeli komünistlerden on beşi, önderlik etme sorumluluğunu üstlendikleri devrimin mayalandığı topraklara ayak basar basmaz, ittifak etmeyi umdukları Kuvayi Milliyeciler tarafından katledildiler.
TKP’nin en büyük kaybı da ilk 15 şehidinden ibaret kalmadı. 15’ler ile birlikte, TKP’nin proleter devrimci programı da daha mürekkebi kurumadan rafa kaldırıldı. Bir bakıma TKP’nin devrimci çizgisi de 15’ler ile birlikte kayboldu.
Bu dönemecin ardından, Kuvayi Milliyecilerin ve Kemalizmin proleter devrimci alternatifi olarak yaratılan TKP, Kemalizmin destekçisi haline geldi. Emperyalist işgalcilere karşı bir tek Sovyet cumhuriyetlerinden destek bulabilen Kuvayi Milliyeciler ile ittifak etmeyi planlarken, hem Sovyet Rusya’dan destek alıp, oradan gelen yoldaşlarını katleden Kemalistlerin yedeğine düştü.
Çünkü, hem TKP kongresinde, hem de Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinde ulusal sorunda burjuva demokratik güçlere karşı temkinli bir tutum alınması görüşü ağır basmasına rağmen aksi yöndeki alışkanlık ve görüşlere sahip olanlar da az değildi. Üstelik Mustafa Suphi ile 14 yoldaşının katledilmesinin ardından, TKP yönetimine gelen Şefik Hüsnü ve arkadaşları daha baştan beri, bağımsız bir komünist parti ile anti-emperyalist mücadelenin başını çekmek yerine Kemalistleri desteklemeyi tercih eden menşevik bir tutuma sahiptiler ve Komünist Enternasyonal içinden de bir hayli destek bulabiliyorlardı.
Böylelikle, 15’lerin katledilmesinin ardından, komünizm yaşadığımız topraklara Kemalizmin gölgesi altında girdi. TKP de yıllar boyu, işçi sınıfının, Kürtlerin ve komünistlerin tepesine inen Kemalizm balyozunu yücelten bir çizgi izledi.
Kemalizmle başlayıp, burjuvazinin çeşitli kesimleriyle ittifak veya uzlaşma arayışları, sınıf düşmanından medet uman bir siyasal tutum, devletin sınıf karakteri hakkında muğlak bir yaklaşım, TKP’nin etrafında şekillenen geleneğe her dönem damgasını vurdu.
Bu gelenek her ciddi siyasal dönemeçte işçi sınıfının bağımsız siyasal hareketini yaratıp geliştirmek yerine, başka güçlerden medet uman, proleter devrimci mücadele yöntemleri yerine «demokratik», diplomatik vb. yöntemlere bel bağlayan bir çizgi oluşturmaktadır. Halbuki, sadece TKP’nin ilk önderlerinin akibetine bakarak bile sınıf düşmanına güvenmemek gerektiği dersini çıkarmak mümkündü. Bunun için Roy’un yahut başkalarının tezlerini öğrenmeye Türkiyeli komünistlerin ihtiyacı yoktu. Buna rağmen ilk yıllarından başlayıp tasfiye oluncaya kadar TKP’nin çizgisine burjuvaziye, onun devletine ve muhtelif kurumlarına güven besleme zaafı damga vurdu. Bu yanılgı, her seferinde Türk komünistlerinin kendi başlarına ördükleri bir çorap oldu.
Yine de, TKP’nin kuruluşundan itibaren, 1960’lı yılların sonuna gelinceye kadar komünist dendiğinde bir tek TKP akla geldi. Türkiye’de komünist hareketin geleneği TKP’nin oportünist geleneğinin gölgesinde şekillendi. Bu bakımdan bu gelenek adeta bir doğum lekesiyle doğup gelişti.
Türkiye’ye Kemalizmin gölgesi altında girip, ulusal kalkınmacı-ilerlemeci-sınıf uzlaşmacı bir gelenek olarak şekillenen; burjuva toplumun bir odasından diğerine her geçişte demokrasiye giden yolda bir kapının aralandığı yanılsamasını yayan bu gelenekten kopup, onunla hesaplaşmaksızın komünist devrimci bir akımın yaratılması mümkün değildir.
Bugün TKP adını taşıyan parti ise, tam aksine bir bütün olarak TKP’nin mirasına sahip çıkma iddiasındadır. Hem de TKP’nin geçmişine damga vuran sınıf uzlaşmacı oportünist gelenek ve üslupla hiç benzeşmeyen bir edayla bu iddiayı öne sürmeye özen göstermektedir. Edası ve üslubuna aldanmamalı, bugünkü TKP eski TKP’nin oportünist geleneğine sadık ve onun adını almaya layık oportünistlerin partisidir. Bugünkü TKP’nin eski TKP’den bugüne kadar ne varsa ve ne kalmışsa hepsine sahip çıkma iddiası ciddi ve samimidir. Bütün bu mirastan bir tek TKP’nin kurulurken benimsediği programını koyacak yer bulamamakta ve kaldırıldığı rafta kalmasına özen göstermektedir. Bunda şaşılacak bir yan yoktur zira TKP’nin koca mirasında devrimci olan tek unsur odur ve o da bugünkü TKP’nin elini yakar.