Türkiye devrimci hareketinin kısa sayılmayacak tarihi içinde dönem dönem, pek çok akım başkaları tarafından çok farklı nedenlerden ötürü troçkist olmakla suçlanmıştır.
İlkin, uluslararası harekette troçkizm karşıtı kampanyaların revaçta olduğu dönemlerde, TKP içinde daha çok kariyer kavgalarından kaynaklı olarak, Nazım Hikmet, Vala Nurettin, hatta bazen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın troçkist olmakla suçlandığı epizodları bir kenara bırakırsak, troçkizm suçlamasının en çarpıcı biçimde gündeme geldiği örneklere 70’li yılların başında Proleter Devrimci Aydınlık hareketi içinde rastlandı.
Önce ‘birinci troçkist tasfiyeciler’ diye yaftalanacak olan Garbis Altınoğlu ve arkadaşlarının oluşturduğu muhalif grup tasfiye edildi yahut ayrıldı. Onun ardından TKP-ML/TİKKO’yu kurmak üzere bu hareketten kopan İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarının oluşturduğu grup, PDA/ŞAFAK oportünistleri tarafından ‘ikinci troçkist tasfiyeciler’ olarak yaftalandı.
Bu aşamada troçkizm suçlamasında daha ziyade Troçki’nin 1912 sonrasında aldığı ‘tasfiyecilerden daha tehlikeli tasfiyeci’ merkezci tutumunun Lenin ve Bolşevikler tarafından eleştirildiği yazıları kabaca referans alan bir troçkizm tarifi söz konusuydu. Ama gerçekte söz konusu olan, kendileri tasfiyeci olan oportünistlerin muhaliflerini suçlamak için başvurdukları bir kurnazlıktan öte değildi. Nitekim kısa bir dönem geçtikten sonra bu kurnazlığa başvuranlar tarafından olduğu gibi, muhatap olanlar tarafından da bu demagoji ciddiye alınıp hatırlanmadı.
12 Mart sonrası dönemde ise, Troçkizm suçlamaları başka kisveler altında gündeme geldi. Daha çok TİP, TSİP, TKP’li reformist revizyonistler, genel olarak devrimci akımları karalamak için onları ‘Maocu, goşist, Troçkist, anarşist akımlar’ gibi bir demagojik bulamaç içinde eritme eğiliminde oldu. Bu bağlamda söz konusu olan reformistlerin kendilerini soldan eleştiren devrimcileri karalamak için başvurdukları bir demagoji idi. İlginçtir ki evvela ‘troçkist tasfiyecilik’ suçlamasını icat etmiş olan Aydınlıkçı revizyonistler de kendi tonlarıyla bu koroya eşlik edeceklerdi. Bu cenahtan gelen karalamalar ekseri Küba devrimine, Kastro-Guevara çizgisine yakınlık duyanları ‘maceracı troçkist’ bir çizgiye kaymak gibi kılıflar altında gündeme geldi.
Kıblesi Moskova olanlar arasında SSCB ve uydularına, yahut genel olarak SBKP çizgisine eleştirel tutum alanların tamamını troçkist olarak suçlamak ve onları yüzünü Pekin’e dönmüş olanlarla aynı kefeye koymak da adetten oldu. Troçkistlere yönelik benzer bir tutum, aynı ölçüde sistematik olmasa da, ÇKP çizgisinin takipçileri arasında, onları ‘sosyal-emperyalizm ve sosyalfaşizm konusunda tutarlı ve kararlı bir tutum almamak’la suçlama biçiminde gündeme geldi.
Öte yandan pek çok farklı grupların bünyesindeki tartışmalarda, daha dar ve özgül çerçevelerde, troçkizmin esasen sol sapma suçlamasının bir kod adı olarak kullanıldığı da görülmemiş değildir. Bu bağlamda örneğin MLSPB, Devrimci Sol bakımından troçkist bir eğilimi temsil ederken, oradan sola doğru kopan bir başkasının da MLSPB tarafından aynı biçimde suçlanması vb. gelişmeler de şaşırtıcı olmuyordu. Bu dönemde troçkizm genel olarak ‘sol maceracılığın’ bir kod adı olarak ele alındığı gibi, ‘partisiz devrimcilik’, ‘maceracılık’ vb. türden eleştirilerin de aynı kod adıyla anılması adetten olmaya başlamıştı. AEP çizgisini benimseyenler bakımından da, kendi bünyelerinden çıkanlar da dahil olmak üzere, çok daha geniş bir çerçeveye sığan birçok akım, aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere troçkist olarak adlandırılmaktaydı.
Ayrıca 1968 Mayısı’nda anarşist akımlarla Marcuse’den etkilenen akımların troçkistlerle iç içe geçtiği bir iklimin de etkisiyle, pratik politik planda değilse de, teorik düzlemde bu karmaşadan esinlenen az çok liberter görüş ve tutumları temsil eden kimi yazar düşünür ve onların etkisiyle hareketlenen öz-örgütlenme, öz-savunma yahut konseyci fikirlere meyleden kimi unsurların da troçkist yaftasına mazhar olmaları da şaşırtıcı değildi. Nitekim 70’li yıllardan itibaren Türkiye’de de kendini göstermeye başlayan ilk troçkistler de esasen bu karmaşanın içinde bu etiketi bu yoldan hak edenler arasından çıktılar. Daha sonra 70’li yıllarda Troçkizmin temel referanslarına bağlanıp bu bağlılığı açıkça ilan eden troçkistler de kendilerini teorik olmaktan ziyade pratik mücadeleler alanında göstermeye başladılar. Bununla birlikte, 80 öncesi dönemde troçkizm suçlaması ile yüz yüze gelenlerin başında gerçekten troçkist olanlar ve açıkça bunu ilan edenler olmadı. Hatta çoğu kez bunlara en sonda bile sıra gelmedi. Zira açık propaganda ve yayın düzleminde (kimi kitap yayınları ve 12 Eylül’e çeyrek kala çıkan birkaç sayı dergi bir yana) bir varlık göstermediklerinden, varlıkları solun geri kalan kesimleri tarafından pek fark edilmedi; fark edildiği zaman dahi ciddiye alınmadı. Hatta Vatan Partisi gibi Türkiye’de köklü ve özgün bir gelenekten, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın çizgisinden gelen bir parti kendi bünyesinde ve yönetici kademelerinde bu çerçevedeki tartışmaların sonunda tasfiye olup pek çok unsuru troçkist geleneğe bağlandıklarını ilan ettiğinde, yahut TKP-ML Hareketinin kimi tanınmış unsurları troçkizme bağlandıklarını ilan ettikleri zaman bile, bu ve benzeri gelişmeler (belki de 12 Eylül arefesi ve sonrasındaki görece suskunluk döneminde gündeme geldikleri için) ciddi bir yankı ve ilgi uyandırmadı. Keza Kurtuluş Sosyalist Dergi ve TKKKÖ bünyesinde bu hareketin kurucu unsurlarından kimilerinin de içinde olduğu bir grup 80’li yılların sonuna doğru troçkizme bağlandıklarını ilan ettiklerinde de böyle bir yankı olmadı.
Bu itibarla solun 12 Eylül dönemecine gelinceye kadarki bütün tarihi boyunca troçkizm eleştiri ve suçlamaları neredeyse tamamen troçkist olmayan akım ve eğilimlere yöneltildi; asıl muhataplarına hemen hemen hiç hitap etmeden, sadece muarızlara yakıştırılan bir suçlama çerçevesinde kaldı. Böylece troçkizm suçlamaları daima o dönemin devrimcilerinin aşina olduğu bir kavram olduğu halde, ayrıca Troçki hakkında ve bizzat Troçki yahut taraftarları tarafından yazılmış pek çok temel kitap yayınlanmış olduğu halde , bu eleştiri ve suçlamalar doğrudan bu yayınlara değinerek bunlardan etkilenenlere, yahut yayınlayan ve sahip çıkanlara yöneltilmedi. Dolayısıyla troçkizm hakkındaki suçlamalar doğrudan doğruya troçkist referansların eleştirilmesiyle el ele giden bir işlem olmadı. O nedenle bu suçlamaları getirenler de, muhatap olanlar ve bu tartışmalara tanık olanlar da doğrudan doğruya troçkizm denen akımın irdelenmesine girişmedi.
80’li yılların az öncesinden başlayıp sonundan itibaren daha da hızlanan bir süreçte, Türkiye devrimci hareketi çerçevesindeki belli başlı akımların içinden kimi tanınmış kişilerin veyahut grupların troçkizme bağlanmaları dahi bu tabloyu fazlaca değiştirmedi. Öte yandan özellikle 12 Eylül sonrası görece kabaran mültecilik koşullarında bilhassa Avrupa’da somut olarak muhtelif eğilimlerden troçkist akımlarla yüz yüze gelen ve bunlarla şu ya da bu ölçüde temas eden pek çok akıma bağlı militanlar troçkizm konusuyla somut bir biçimde yüzyüze geldiklerinde dahi bu akımın irdelenmesi ve değerlendirilmesi konusunda bir yeni çaba kendini göstermedi. Bu bakımdan muhtelif Türkiyeli devrimci akımların dağarcığında troçkizm bahsine eklenen birkaç satır yeni değerlendirme unsurunun bile olmaması ve bu akımların bu bahiste eski ezberlerini ve bu ezbere dayanan suskunluğu sürdürmeleri hayreti şayan bir durum olarak varlığını korudu.
Bununla birlikte, elbette Troçkizm ve Troçki’nin görüşleri hakkında hiçbir şey yazılmadığı ve bu konuda herhangi bir yayın bulunmadığı da sanılmamalı. Her şeyden önce, örneğin Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim kitabının birinci cildinde kesintisiz devrim perspektifi ele alınırken, onun kendini Troçki’nin sürekli devrim anlayışından nasıl ayırdığına dair genişçe bir bölüm olduğunu hatırlamak bile yeter. Bu belki Troçkizm suçlamasına maruz kalmamak için alınmış bir tedbir olarak da görülebilir. Ama hangi nedenle olursa olsun, burada Troçkizmin temel görüşlerinin başında geldiği malum olan sürekli devrim anlayışının (her ne kadar daha çok Stalin’den yapılan alıntılar üzerinden de olsa) bir eleştirisi olduğunu atlamamak gerekir.
Keza aynı dönemde kah Stalin tarafından kah başkaları tarafından kaleme alınmış troçkizm hakkında kimi eleştiriler ve aynı zamanda Lenin’in kimi yazılarında yer alan Troçki’ye yönelik muhtelif eleştiriler pek çok akıma mensup devrimcinin ortak kitaplıklarında elbette yerini almaktaydı. Ayrıca muhtelif akımlara mensup Türkiyeli devrimci akımlara mensup militanların troçkizm hakkında büsbütün bilgisiz olduğuna hükmetmeye engel olan bir başka gerçek daha var. SBKP (B) Kısa Tarih kitabı yaşadığımız topraklarda bilhassa 1980 öncesinde yetişen devrimcilerin büyük çoğunluğunun temel eğitim kitaplarının arasında yer almıştır. Troçkizmin doğuşu ve gelişmesi hakkında olduğu kadar, ne anlama geldiği hakkında da elbette bu tarih derslerinde yeteri kadar malumat vardır. Öte yandan, SBKP çizgisinin takipçileri tarafından yayınlanan ve bu tarihin Kruşçevci yahut Brejnevci versiyonlarını ifade eden kitaplar da bir bakıma troçkizm hakkında belli başlı teorik donanımlar olma özelliğini taşıyordu.
Ne var ki bütün bunlara rağmen, bu dönem boyunca troçkizm hakkında yöneltilen suçlamaların doğrudan doğruya bu kaynaklardan yararlanarak ve doğrudan doğruya troçkist görüşleri benimseyip takip edenlere yönelik olarak yapılmamış olduğu gerçeği değişmemektedir.
Troçki daima Lenin’e karşı açık ya da gizli tertipler içinde olmuş bir karşı-devrimci olarak belleklerdeki yerini almıştır. Troçkizm ise genel olarak ‘köylülüğün devrimdeki rolünü küçümseme’, ‘devrimin aşamalarını inkar etme’, ‘tek ülkede sosyalizmin-devrimin gerçekleşebileceğini reddetme’, ‘bir anda bütün ülkelerde bir dünya devrimi gibi bir ütopik görüşü savunma’ gibi bazı kalıplarla tarif edilen ve adeta geçmişte kalmış bir sapma olarak belleklere kazınmıştır. Zira bu tutumların somut olarak belli bir anda ve durumda somut bir troçkist örgütün teorisi yahut pratiği üzerinden, belirli bir troçkist gruba yönelik bir eleştiri olarak getirildiğine nadiren rastlanmaktadır. Böylece troçkizm bir suçlama, Troçki de tertip peşinde bir karşı devrimci ajan olarak tasavvur edildiği ölçüde, esasen menşevizmin bir türü olan troçkizme karşı ideolojik ve siyasal mücadele fiilen devre dışı kalmış ve ihmal edilmiş olmaktadır. Bu nedenledir ki, pek çok akımın aslında troçkist akımlarla benzer bir ortayolcu-merkezci çizgiye savruldukları zaman bile, bu konumun farkına varılmasında ve bu merkezciliğe karşı mücadelede bir zaaf doğmaktadır. Bir başka deyişle troçkizmin bu biçimde kavranışı aynı zamanda troçkizme karşı siyasi mücadelede bir zaaf oluşmasının nedenlerinden biri sayılmalıdır. Troçkizmin politik değil adeta polisiye yöntemlerle alt edilecek bir musibet olarak görülmesinin böyle bir sonuç doğurması gayet tabiidir. Böylece şu ya da bu nedenle somut olarak troçkist akımlarla böyle açık bir polisiye mücadelenin gündemden nispeten düştüğü dönemlerde bu akımın temsil ettiği merkezci tutumla ayrım çizgilerinin silikleşmesi işten bile olmamaktadır. Troçki’nin veya troçkistlerin yazılarından etkilenmedikleri, hatta troçkizme sözü edilen basmakalıp formüllerle saldırmaya devam ettikleri halde düpedüz aynı merkezci çizgiyi benimseyenlerin olmasının bir sırrı da burada bulunsa gerektir. Yahut bir yandan troçki ve troçkizme karşı ezberlerini bozmadan troçkistlerle aynı çizgide yanyana gelen pek çok merkezci akıma rastlanması da bundandır.
Bu durumun başlıca nedeni elbette Troçki’nin ve troçkizmin SSCB’de politik bir mücadele konusu olmaktan çok bir dizi mahkemelerin ardından mahkum ve tasfiye edilmiş olmasıdır. Bu davaların ele aldığı iddianamelerde yer alan suçlamalar sonuncu davanın görüldüğü tarihte yayınlanan ünlü SBKP (B) Kısa Tarih kitabında yerli yerine aynen yerleştirilmiştir. Böylece bolşevizmin tarihi adeta bu iddianamelerden hareketle yazılmış ve oradan öğrenilegelmiştir.
Bu bakımdan bu tarih dersleri sadece Bolşevizmin tarihinin yanlış öğrenilmesine yol açmakla kalmış değildir. Troçkizm hakkında bu kitapta verilen dersler troçkizmin ne olduğunun araştırılmasına ve anlaşılmasına engel olan başlı başına bir etkendir. Bu yoldan adeta bir troçkizm efsanesi yaratılmıştır ve troçkizm politik mücadelenin konusu olması gereken bir akım olarak ele alınacak yerde adeta bir efsane konusu haline gelmiştir. Bu nedenle bunlara kısaca değinmekte yarar var.
Bir Çağdaş Efsanenin Perdesini Aralarken
SBKP (B) Tarihi kitabında ‘1937 duruşmalarının açığa çıkardığı gerçek’ şöyle tarif edilir:
1937’de Buharin-Troçki çetesinin canice suçlarıyla ilgili yeni gerçekler gün ışığına çıktı. Piatakov Radek ve ötekilerin mahkemesi, Tuhaçevski, Yakir ve ötekilerin mahkemesi ve nihayet Buharin, Rikov, Rozengolds, Krestinski ve ötekilerin mahkemesi, bütün bu mahkemeler, buharincilerle troçkistlerin çoktandır ‘sağcılar ve troçkistler bloku’ olarak bir halk düşmanları çetesi halinde birleşmiş olduklarını gösterdi.
Mahkemeler bu insan süprüntülerinin halk düşmanları Troçki, Zinovyev ve Kamenev’le birlikte, Ekim Sosyalist Devrimi’nin ilk günlerinden bu yana Lenin’e karşı, partiye karşı, Sovyet devletine karşı gizli faaliyetler yürütmüş olduklarını gösterdi. 1918’in başlarında, Brest-Litovsk barışı aleyhine girişilen gizli faaliyetler. Lenin’e karşı düzenlenen suikast ve 1918 ilkbaharında Lenin’in, Stalin’in ve Sverdlov’un tutuklanmaları ve öldürülmeleri için ‘sol’ sosyalist devrimcilerle yapılan gizli ittifak. 1918 yazında Lenin’i yaralayan hain kurşun. 1918 yazında ‘sol’ sosyalist devrimcilerin ayaklanması. Lenin’in liderliğini baltalamak ve yıkmak amacıyla, 1921’de parti içindeki anlaşmazlıkların kasıtlı olarak derinleştirilmesi. Lenin’in hastalığı sırasında ve ölümünden sonra parti liderliğini devirme girişimleri. Devlet sırlarının ifşa edilmesi ve yabancı casusluk örgütlerine bilgi verilmesi. Kirov’un alçakça öldürülmesi; yıkıcılık, saptırma faaliyetleri ve sabotajlar; Menjinski’nin, Kuybişev’in ve Gorki’nin alçakça öldürülmeleri. Bütün bunların, yirmi yıldan fazla bir zamandır yapılan benzeri hainliklerin, burjuva devletlerinin casusluk örgütlerinin emirlerini ve işaretlerini yerine getirmek üzere, Troçki, Zinovyev, Kamenev, Buharin, Rikov ve uşaklarının katılmasıyla, ya da doğrudan doğruya bunların yönetimi altında işlendikleri ortaya çıktı.” (Bolşevik Parti Tarihi, Bilim ve Sosyalizm Y., s. 413-414)
Bundan bir yıl önce de savcı Vişinski Birinci Moskova Duruşmaları’nın 28 Ocak 1936 tarihli oturumunda ‘Troçki ve troçkistler her zaman işçi hareketi içinde kapitalizmin adamları olmuştur’ diyordu. Bu iddianamede troçkizm ‘işçilerin, köylülerin, sosyalizmin ezeli düşmanı, kapitalizmin sadık bir uşağı’ olarak tanımlanıyordu. Aynı iddianame troçkizmin ‘otuz yılı aşan varlığı boyunca faşizmin saldırı birliği, faşist polis teşkilatının şubesi haline gelmek için hazırlanmakla geçirdiğini’ öne sürdü. Bu ve benzeri iddialar peş peşe sürdürülen Moskova Duruşmaları’nda tekrarlandı ve bu iddiaları doğrulayan ‘itiraflar’la desteklenerek hüküm haline geldi. Aynı hüküm uluslararası düzeyde yıllar boyunca troçkizm ve troçkistlere karşı bir iddianame olarak kullanıldı. Dolayısıyla, troçkizm hakkında ilk bilgilenmelerini bu kaynaktan alanların troçkizmi anlamak veya eleştirmekten ziyade bu sıfatı bir suçlama ve hatta adeta bir küfür olarak olarak kullanma eğiliminde olmasına şaşmamak gerekir.
Öte yandan, troçkizmin ne olup olmadığını bu ve benzeri tasvirlerden öğrenmek isteyenlerin kin ve öfke kuşanmanın yanı sıra, tam bir kafa karışıklığından başka bir şeye sahip olmaları mümkün değildir.
Çünkü bu iddianamede ve oradan hareketle kaleme alınan kimi tasvirlerde düşünmeksizin tekrarlanan bazı olay ve olguların dahi cevaplanması gereken bir dizi soruyu peşpeşe getirmemesi mümkün değildir.
Her şeyden önce, SBKP (B) Kısa Tarih’te ‘bir sinekten fazla gücü olmayan beyaz cüceler’ diye tanımlananlar Lenin zamanındaki Politbüro’nun Stalin ve Lenin’i saymazsak tüm üyeliklerini işgal ediyorlardı. Sonra, örneğin, bu iddianamenin baş sanıklarından olan Buharin ve Zinoviev birbirinin ardından Komünist Enternasyonal’in başına geçmiştiler. Keza sanıklardan Rikov, Lenin’in ölümünden sonra, onun yerine Halk Komiserleri Konseyi Başkanlığına (başbakanlık görevi) getirilmişti. Krestinski de Dışişleri Halk Komiserliği yardımcılığında bulunmuştu. Grinko Maliye Halk Komiseri, Çernov ise Tarım Halk Komiseri idi. Merkez komite üyeliği de yapmış olan Rozengoltz iç savaşta aktif görevler almıştı. Tuhaçevski başta olmak üzere, ordunun hemen hemen tüm yüksek komuta kademeleri bu sanıkların arasındaydılar. Açıktır ki aynı iddianameyle suçlanıp mahkum edilmiş olsalar da bu sanıkların tamamı hatta çoğunluğu bile troçkist değildi ve troçkist olarak suçlanmayı belki mahkum olmaktan daha ağır bir tahkir olarak görecek unsurlardandı.
Bunlar, iddianameye göre, 20 yıl boyunca en stratejik mevkilerde bulundukları halde, Sovyet devletinin en kritik günlerinde, yani iç savaş koşullarında asıl darbelerini indirecekleri yerde, ‘sosyalizmin kesin ve geri dönüşsüz zaferinin’ ilan edilmesine kadar kendilerini gizlemek için gayret göstermişlerdi. Hatta baş sanık Buharin son dakikaya kadar Merkez Komitesi’nde kalmayı ve o ana kadar bütün ‘suç ortaklarını’ idama göndererek kendini gizlemeyi başarmıştı.
Bu hikayede bir tuhaflık olduğunun farkına varmak için belge ve bilgi eksikliği bahane edilebilir mi? Besbelli ki bu tür ifadeler bir gerçeği öğrenmek için değil, bir konu hakkında neyin tekrarlanması gerektiğini öğrenip ezberlemek için okunabilir. Nitekim çoğunlukla öyle olmuş ve bundan öteye gitmemiştir.
Ama bu iddianameden kaynaklanan tasvirlerle olgular arasındaki aykırılıklar o kadar çetrefil bir tablo yaratmaktadır ki, aynı kaynaktan beslenenler tarafından sık sık ezberleri bozan yeni formüllerin üretilmesi de eksik olmamıştır.
Örneğin bu duruşmalar döneminde SBKP genel sekreteri olan Stalin’in dava öncesindeki yazdıklarıyla dava sonrası yazdıkları arasında ve bu yazılarla iddianame arasında da göze batan aykırılıklar vardır. Stalin’in kimi yazılarını içeren ve temel kitap olarak kabul edilen kimi derlemelerde tarih hakkında hem birbirine göre, hem de SBKP (B) Kısa Tarih’ine göre farklı anlatımlar vardır. Bu nedenle, Troçkizm hakkında bilgi sahibi olmak için ‘Leninizm mi Troçkizm mi’ derlemesine bakıldığında başka; ‘Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine’ derlemesine bakıldığında bir başka tarih; SBKP Tarihi’ne ve Vişinski iddianamelerine bakıldığında ise bir başkası bulunur.
En basiti Zinoviev ve Kamenev önce, Troçki karşısında leninist ve bolşevik olarak tanımlanırken, birden bire hilekar ve düzenbaz entrikacılar olarak karşınıza çıkmaktadır. En sonunda baştan beri ihanet içinde olan Hitler ajanları olacaklardır. Keza Troçki başta ‘Ekim Devrimi ve iç savaştaki rolü tartışma götürmez bir devrimci’ iken, birden bire büyük bir komplonun baş örgütleyicisi ve Hitler’in ve Japonya’nın ajanı olmaktadır vs. vs… Akla ziyan olmakla birlikte, meraklısı bu kitapları karşılaştırarak buna benzer nice aykırılık ve tuhaflığı ayıklayabilir.
‘Troçkizm Efsanesi’nin Simetriği ‘Stalinizm Efsanesi’
Öte yanda bu suçlama ve eleştirilerin muhatapları olan troçkistlerin cenahında da benzer bir karmaşa Troçki’nin sağlığından beri peydah olmuş ve hüküm sürmektedir.
Herhalde yakın dönemin en büyük efsanelerinden birinin Troçki adı etrafında üretilmiş olduğu söylenirse abartma olmaz. ‘Troçkizm’ yaşayan, yaşatılan çağdaş efsanelerden biridir. Troçki, Stalin, Lenin ve başkaları da ‘ustalar’ yahut ‘hainler, karşı devrimciler’ kimlikleri ile bu efsanenin kahramanları olmuşlardır.
Troçkizm efsanesinin bir tarafında bu iddiaların ciddiyetini hafife alıp, troçkizm hakkındaki bilgi dağarcığını bunlarla doldurmakla yetinenler var. Bunların gözüyle bakıldığında, neredeyse dünyanın belli başlı emperyalist devletlerinin her birinin hesabına ayrı ayrı ajanlık yapan; en başlardan beri türlü ve akıl almaz entrikalarla Ekim devriminden doğan proleter devletini kundaklamaya çalışan, aynı anda bir kaç yerde birden bulunarak ve Lenin’in sağlığındaki Bolşevik Merkez Komitesi’nin neredeyse tüm üyelerini kandırıp, bu entrikalara alet eden bir ‘şeytan’dır Troçki.
Aynı efsanenin öteki yüzünde ise, troçkistlerin, yahut genel olarak kendilerine anti-stalinist kimliğini yakıştıranların çizdiği bir tablo vardır. Güya bu iddiaları çürütüp, gerçekleri objektif bir biçimde ortaya koyma iddiasıyla hareket eden bu gibilere kulak verildiğinde ise, adeta aynı tablonun tersyüz edilmiş bir versiyonuyla karşılaşılmaktadır. Bu tabloya göre ise, herkesten önce ve tek başına Ekim Devrimi’nin seyrini öngören, kehanetleriyle Nostradamus’u mezarında ters döndüren, bolşevizm ve dünyanın dört köşesinde Komünist Enternasyonal bayrağını tek başına dalgalandıran; fakat olmadık entrikalara kurban gitmiş mazlum ve mağrur Troçki figürü yer alır.
Bu tablodaki şeytan ise bu kez Stalin’dir. O da adeta Vişinski iddianamesinin sanıkları gibi bir kisveye bürünmüştür. Bu kez daha ilk gençliğinden beri aslında tutucu ve gerici fikirlere sahip olduğu ima edilen ve her zaman Lenin’le ters düştüğü halde bunu hep gizlemeyi başarıp, Bolşevik partinin hiyerarşik basamaklarını sinsice tırmandıktan sonra, nihayet Lenin’in erkenden ölümünü tezgahlamaya kadar varan; Troçki’nin devre dışı kalmasını sağlamak için, Lenin’in cenazesine katılmasına bile engel olan; SBKP yönetiminin kendisinden başka neredeyse tamamını ve Kızıl Ordu’nun bütün kurmaylarını bir başına, yahut devşirdiği ajanlarının katkısıyla tasfiye ettikten sonra, kendine bu tertiplerinde hizmet edenleri de bir bir ve tek başına yok etmeyi başaran bir şeytan Stalin figürü peydah olur. SBKP ve Kızıl Ordu’nun tasfiyesinden başka Ekim Devrimi’nin sonucunda ortaya çıkan Sovyetler Cumhuriyeti’ni de bizzat ortadan kaldıran odur. Üstelik Stalin bu efsaneye göre SSCB ile de yetinmeyip, Komünist Enternasyonal’i de teslim alarak tasfiye etmiştir; bu Enternasyonal’e üye olan partileri de teslim alıp kendine bağlamıştır.
Öteki efsanede Troçki ve yoldaşları şu ya da bu devletin ajanları haline geldiği gibi, bu antistalinist efsanelerde de SBKP’nin veya onunla hemfikir olan partilerin muhtelif militanları külliyen GPU yahut zamanına göre NKVD ajanları olarak zuhur etmektedirler. Troçki’yi bizzat öldüren Ramon Mercader de, Dördüncü Enternasyonal’in merkezine, Troçki’nin yanıbaşına kadar sızmayı başarmış olan bir ajandır. Bu efsanevi kurguya göre Troçki’nin oğlunu ameliyat masasında öldüren rus cerrahın da Kızıl Ordu’nun eski komutanından intikam almak isteyen bir beyaz Rus olması nedense ihtimal dışıdır ve mutlaka bir GPU ajanı olması gerekir.
Ayrıca Uluslararası Sol Muhalefet’in ve Dördüncü Enternasyonal’in ilk yılları boyunca bu hareketin üst kademelerine kadar sızmayı başardıktan sonra tertiplerini hayata geçiren veya Stalin’in yanına geçen ajanların ve ‘döneklerin’ haddi hesabı yoktur. Troçki’nin ölümünden sonra ise, Dördüncü Enternasyonal hareketinin bünyesinde ortaya çıkan sayısız ayrılıkta, taraflar daima ‘stalinistlerle’ işbirliği içinde olmak yahut en azından onların ekmeğine yağ sürmek veya onların emellerine alet olmakla suçlanmıştırlar.
Oysa bu cenahta da, bu kaynaklara dayanarak veya olgulardan hareket ederek, olup bitenleri açıklığa kavuşturma gayretlerinden ziyade, tıpkı diğer taraftaki efsanelere benzer efsanelerin üretilip yayıldığı da apaçıktır. Akıllarda kalan ve yayılan daha ziyade bir taraftaki bulanık efsanevi anlatımların simetrik kopyalarını fazlasıyla andırmaktadır.
Bu bakımdan bu çatışmanın iki kutbunda yer alanlar bakımından da sorun, besbelli ki, bilgi ve belge eksikliğinden ileri gelmekte değildir. Bir anlayış ve siyaset yapma tarzı ile ilgilidir. Bu tür bir eğilimin kendini göstermesi için ille bir devlet bürokrasisinin ya da büyük bir örgütünkinin mevcut olması şart değildir; çok küçük örgütlerde bile bunun izlerine rastlanabilir. Troçkist olanlar da hariç değildir; hatta irili ufaklı pek çok troçkist örgüt içinde birbirlerine muhalif eğilimlerin birbirleri hakkında adeta benzer kurgularla ve özellikle de aynı yöntemle suçlamalar imal edip bundan yararlanarak birbirlerini tasfiye etmeye gayret ettikleri, hatta kimi zaman -birbirlerini öldürmeye varmamış olsa da- açıkça fizik şiddete varan ve toplu tasfiyelerle sonuçlanan çatışmalara kadar varmaktan da imtina etmedikleri bir olgudur.
Bu gerçekler her ne kadar troçkist akımların pek bilinmeyen iç dünyasına ait olgular olsa da, en azından bu akımların tarihçesini ve bilhassa iç dünyasını az çok bilenler için sır değildir. Demek ki burada troçkistlere yahut onların muarızlarına mahsus kusur ve suçlardan söz etmeye imkan yoktur. Tersine her iki kampta da pekala kendini gösterebilen bir siyaset tarzından söz etmek daha doğrudur. Hatta buna benzer yöntemleri ve uygulamaları katiyen troçkizmle alakası olmayan kimi başka akımların bünyesinde ve troçkizm konusu hiç gündeme gelmeden gözlemek de imkansız değildir. Bir başka deyişle Troçki ve taraftarlarının bir vakitler yüz yüze geldikleri suçlama veya muamelelere benzer suçlama veya muamelelerin troçkistlerin arasında zuhur etmesi şaşırtıcı değildir. Tıpkı bir zaman muhalif addettiklerine reva gördükleri muameleye bizzat maruz kalan Yagoda ve Yezov’un akıbetlerinde, yahut Buharin, Zinoviev ve Kamenev vb. örneklerinde olduğu gibi.
Açıkçası bu siyaset yapma tarzı esasen hakim burjuva ideolojisiyle ve burjuva siyaset anlayışıyla yakından ilişkilidir; hatta daha doğrusu tastamam buradan tevarüs edilmiş bir bakış açısının ifadesidir. Oysa proletarya saflarına sızmış olan burjuva siyasetine öteden beri oportünizm denir. Oportünizmin bir türüne karşı bir diğer türü ile baş edilemeyeceği de besbellidir.
Nitekim Stalin ve Troçki’nin şahsen karşı karşıya oldukları dönemin ardından bu iki kanat arasında nasıl bir buluşma veya yakınlaşma olduğu da her vesilede apaçık görülmüştür. Kruşçev’in genel sekreter olmasıyla başlayan yeni evreye geçildiğinde, somut olarak Kruşçev’in ünlü konuşmasını yaptığı 20. Kongre’nin yarı kapalı oturumunda yaptığı ‘ifşaatların’ ardından, bütün tarih kitaplarının yeni baştan yazılması ve bütün bir tarihin yeni karmaşıklık ve çelişkilerle yeniden kurgulanması icap etti.
Zira yeni genel sekreter 1936 duruşmalarının perdesini aralamış ve o süreçte pek çok partiye bağlı komünistin haksız yere suçlanarak tasfiye edildiğini açıklayarak, bunların hiç değilse bir kısmının aklanması gerektiğini ifade etmişti. Nitekim o dönemeçten itibaren, örneğin Lenin’in ‘partinin gözbebeği’ dediği Buharin, bir daha kimsenin gözbebeği haline gelmese de yeniden bir ilgi konusu olmuştur; her halükarda bir daha Vişinski iddianamesindeki sıfatlarla anılmamıştır. Üstelik bu hikayeler arşivlerin açıldığı, eski KGB görevlilerinin bu kaynaklara dayanarak yeni ve değişik öyküler yazdıkları koşullarda aynı geleneğin takipçisi olduğunu iddia edenlerin anlatımları da ek bir kafa karışıklığı yaratmaya devam etmektedir.
Bu bakımdan böyle bir siyaset anlayışıyla baş edebilmek, bundan sahiden kopabilmek için, gerçekleri ortaya döküp vicdanlara ve sağduyuya seslenen bir tutum işe yaramaz. Bambaşka bir siyasal perspektif ve siyaset yapma anlayışına sahip olmak gerekiyor. Bütün bu deneyimlerden ibret alan ve komünizm perspektifi ile bağlantılandırılıp aydınlatılmış bir siyasi perspektif gerekiyor.
İşçi hareketinin tarihsel hafızası da olması gereken devrimci komünist bir parti çok uzun süredir mevcut değildir. Komünist devrimci geleneğin örgütsel-politik sürekliliği Komünist Enternasyonal’in dördüncü kongresinden itibaren kopmuş durumdadır. Yeniden bolşevik geleneğe bağlanmak ve devrimci önderlik boşluğunu giderecek bir komünist partiyi yaratmak için hazırlık faaliyeti sürdüren komünistlerin ödevleri arasında böyle bir perspektifin oluşturulması gayretlerine öncülük etmek de yer almaktadır.
Troçkizm Hakkındaki Bazı Efsaneler
Vişinski iddianamelerinden hareketle üretilen efsaneler bir yana Troçkizm denince ilk elde akla gelen bazı başka efsanevi çağrışımlar vardır. Örneğin bazı davranış biçimlerine, tavırlara troçkizm deme alışkanlığı, bilhassa yaşadığımız topraklarda oldukça yaygın. Hatta bunun kılık kıyafete indirgendiğine bile rastlamak mümkün. Bu bağlamda troçkizmi entelektüellikle, işçilere yabancı olmakla özdeşleştirme eğilimine de değinilebilir. Oysa Fransa’nın en uvriyerist hareketi troçkist bir örgüttür (Lutte Ouvriere); Güney Amerika’nın en büyük işçi partisinin kuruluşuna (Lula’nın cevval bir sendikacı militanken elbirliğiyle ve büyük kitlesel genel grevlerle başkanı haline geldiği Brezilya Emek Partisi) troçkistler (bilhassa Moreno taraftarları) öncülük etmiştir.
Bunun tam tersine troçkistleri işçicilikle, köylülüğü küçümsemekle tanımlayanlar da az değildir. Halbuki bu da her zaman doğru değildir; örneğin Güney Amerika’nın en tanınmış troçkist önderlerinden biri olan Hugo Blanco 1960’lı yıllarda Peru’daki kitlesel köylü ayaklanmasına önderlik ettiği için ünlenmiştir. SSCB gözlüğünden bakanlar troçkistleri ‘anti-sovyetik’ olarak tanımlarken; ÇKP gözlüğünden bakanlar da teslimiyetçilikle eleştirmiştirler.
Öte yandan, 1968 gençlik hareketlerinin etkisiyle troçkistleri Avrupa ile sınırlı bir akım sanma ve anarşistlerle birlikte anma eğilimi de oldukça yaygındır. Oysa, anarşistler cenahında da tam tersi vurgular öne çıkmaktadır ve troçkistlerin yalnız Avrupa’da varlık gösterdikleri de doğru değildir. Kuzey ve Güney Amerika bir yana , Asya’da hatta Afrika’da bile zaman zaman oldukça etkili troçkist örgütlerin ortaya çıktığı görülmüştür.
Kimileri de troçkistleri etliye sütlüye bulaşmaktan kaçınan ürkek tutumlarla özdeşleştirme eğilimindedir. Bu da doğru değildir; İspanya İç Savaşı’nda olduğu gibi, Yunanistan’da da silahlarını teslim etmeyi reddederek sonuna kadar savaşanların başında troçkistler gelir; gestapoya karşı mücadelede çatışarak ölen, nazi kamplarındaki direnişlerde katledilen pek çok troçkist militan vardır. Üstelik bu sadece uzak bir geçmişle sınırlı bir durum değildir. Örneğin 1970’li yılların en büyük gerilla örgütlerinden biri olan Arjantin’deki ERP Dördüncü Enternasyonal’in Arjantin seksiyonu idi; 1971’de Seylan (Sri Lanka)’daki silahlı ayaklanmaya katılanlar arasında troçkistler vardı, bu ayaklanmanın önderi Rohan Wijevera Dördüncü Enternasyonal’e katılmıştı.
Troçkistlere görece ılımlı yaklaşan kimileri ise, başka türlü efsanelere inanma eğilimindedir; bu tür yaklaşımlara örnek olarak troçkistlerin bürokratizme, tahrifatçılığa, sekterliğe vb. uzak olduğu sanısına değinilebilir. Bu da doğru değildir; troçkist örgütler arasında birbirlerine karşı fizik şiddet dahil her türlü yöntemle saldıran, birbirlerini ‘KGB yahut CIA ajanı’ olmakla suçlayanlar ender değildir; bürokratizm eleştirileri yalnız troçkistlerin kendi dışlarındaki akımlarla ilgili değildir, pek çok troçkist örgüt içinde bu eleştirilere muhatap olmuş ve hak etmiş eğilimler olmuştur. Troçkistlerin genellikle esnek olduğu da doğru değildir; en katı ve sekter tutumlara troçkist örgütler arasında rastlamak pekala mümkündür.
Aynı bakış açısıyla, hatta bunu bir adım daha ileri götürerek troçkistlerin hiç değilse sınıf işbirliğinden, ‘ihanet’ten uzak bir tutumda olduğunu düşünenler de vardır. Bu da doğru değildir; 1971 Seylan Ayaklanması’nda troçkistler yer aldığı gibi, Dördüncü Enternasyonal’in Seylan Seksiyonu olan LSSP partisi bu ayaklanmayı bastıran Bandranaike koalisyon hükümetinin içinde yer almıştı. 1952’de Bolivya’daki devrime önderlik edenler de; bu devrimin küçük burjuva demokratlarıyla ittifak arayışı içinde ezilmesine neden olanlar da troçkistlerdi. Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi ile enternasyonalist bir dayanışma içine girenlerin başında troçkistler olduğu gibi, Bin Bella’yı destekleyerek Cezayir devriminin önünün tıkanmasında sorumluluk üstlenenler de onlar oldu. İran’da hem Humeyni’yi destekleyen troçkistler vardı; hem de silahlarını teslim etmeyip dağa çıkanlar.
Bu karmaşa tablosu daha birçok örnekle büyütülebilir. Ama açık olan şudur, bu tablonun kendisi bile gerçek üstü öykülerin türemesine müsait bir zeminin varolduğunun yeterli kanıtıdır. Bu tabloya ister anti-troçkist ister anti-stalinist gözlüklerle yaklaşılsın aynı efsanenin bir ucundan diğerine savrulmamak mümkün değildir.
Kuşkusuz bir yandan bu efsanevi öyküler üretilir ve beslenirken, aynı olgunun değişik ‘bilimsel kanıtlarla’ bir o tarafından bir bu tarafından ‘aydınlatılması’ yönündeki gayretleri de göz ardı etmemek gerekir. Ancak bunların sorunun üzerindeki esrar perdesini kaldırma ve efsanelere inanma arzularını köreltme bakımından sonuçsuz olduğunu görmemek elde değil. Tıpkı paleontolojik bulguların ejderha imgesini yok edemeyişi ve maddi hayata ilişkin bilgilerimizin peri masallarını keyifle dinlememize engel olmayışı gibi.
Gelenek Sorununun Ele Alınmasına İlişkin Bazı Saptamalar
Doğrusu besbelli komünist devrimci geleneğin örgütsel-politik sürekliliğinin sağlanamayışı bu boşluğun sürekli efsanevi anlatımlarla doldurulmasına zemin sunuyor. Demek ki bu sürekliliği sağlamak için de oldukça uzun bir dönemi kapsayan siyasal gelişmeler hakkındaki efsanevi anlatımlardan kurtulmak gerekiyor; bu yolda atılacak adımların kalkış noktalarını net bir biçimde saptayıp ayırt etmek belirleyici bir önem taşıyor.
Her şeyden önce, sınıf mücadeleleri tarihine ilişkin sorunları bir adalet arayışıyla ele almaktan uzak durulmalıdır. Çünkü sorun haklılarla haksızları ayırt edip, haklılardan yana tutum almaktan ibaret değildir. Bir başka deyişle yapılması gereken vicdanlara seslenmek değil bilinç zindeliği sağlamaktır.
İkincisi sorun, galiplerle mağlupları; marjinal olanlarla kalabalık olanları ayırt etmek de olamaz. ‘Gerçekçilik’ adına galiplerden ve kalabalık olanlardan yana olmaktan; yahut hakkaniyet adına mazlumlardan ve marjinal olanlardan yana tutum almaktan da uzak durulmalıdır.
Üçüncüsü; bu efsanelere konu olan kişileri yahut akımları yargılayıp aklamak ya da mahkum etmek de bizim kaygımız olamaz. Birbirleriyle karşı karşıya gelmiş kişilerden yahut akımlardan biri yahut diğerinden yana tutum almak da söz konusu değildir. Zira çizgisi ve temel ilkeleri belli olan Bolşevik geleneğin sürekliliği sağlanamamış olduğuna göre, taraflardan birine yahut diğerine yaklaşmak değil, referansları belli olan bolşevizme sahip çıkarak ve onun ölçüleriyle bu tarihsel dönemi değerlendirmek gerekir.
Dördüncüsü; bu tutum bilimsellik kisvesi altına saklanmış bir tarafsızlık, objektiflik iddiasıyla karıştırılmamalıdır. Zaten bir tarihsel değerlendirme ikna olma/ikna etme mekanizmalarına indirgenemez. Söz konusu olan siyasi bir hesaplaşmadır, siyasi mücadelenin araçları ve ölçüleriyle ele alınmalıdır. Bu doğrultuda taraf tutmazken, taraf olmak, güç kazanmak ve galip gelmek üzere ısrarlı bir mücadeleyi sürekli kılmak gerekir. Dolayısıyla böyle bir değerlendirmenin ölçüleriyle öznesini birbirlerinden ayırt etmek mümkün değildir.
Beşincisi; böyle bir tarihsel değerlendirmenin tarafı, dayanak noktası, öznesi olabilecek bir siyasi akım mevcut değildir; bu akımın Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde billurlaşan çizgi temelinde yeniden yaratılması (Komünist Enternasyonal’i aşma hedefiyle yeniden yaratılması!) gerekir. Gelenek sorunu ve bu bağlamda tarihsel sürecin değerlendirilmesi ancak siyasi bir tutum alarak ve bu tutumun vazgeçilmez koşulu, devrimci bir örgütlenmeyi yaratıp yaşatma iradesini ortaya koyarak çözülebilir. Komünist devrimcilerin iddiası bolşevizmin temellerinde böyle bir örgütü yaratıp yaşatmaktır; geçmişin değerlendirilmesini de bu iddianın ölçüleriyle ele almak gerekir.
Doğrusu, soruna nesnellik edasıyla ve olguları belgeleriyle sıralayarak yaklaşmakla yetinmemeli. Aksine nesnellik ve bilimsellikten uzaklaşır gibi olma pahasına, bu türden efsanelerin girdabında sürüklenenlerin gözünden tarihe bakmaya çalışmalı. Bu efsanevi anlatımların başrollerindeki olağanüstü kişilikleri göz ardı etmeden, onları zaafları ve güçlü yanlarıyla, en önemlisi de bir başlarına ne kadar çaresiz ve etkisiz olabildiklerini unutmaksızın yerli yerine oturtmalı. Yine aynı öykülere kaynaklık eden esrarengiz olayların hepsini bir bir aydınlatmaya kalkışmadan bunlar arasında esaslı olanın üzerinde yoğunlaşıp bunu aydınlatmaya çalışmak gerekir. Çünkü diğer tabloların toz dumanı arasında bir siyasal akım olarak troçkizmin ne olup olmadığı ve ne yapıp yapmadığı kaybolmaktadır.
Kuşkusuz Troçkizm dendiğinde önce ‘sürekli devrim teorisi’ akla gelir. ‘Troçkist tasfiyecilik’ kavramı da sık akla gelenlerdendir. Nihayet bir diğer sorun enternasyonalizm ve dünya devrimi kavramlarıdır. Kuşkusuz bunlara pek çok başkaları da eklenebilir (örneğin SSCB ve stalinizm değerlendirmesi; faşizm tahlili vb.). Burada ilk üç konuyla ilgili bazı saptamalarla yetinmek mümkün. Ama bu az çok bilinen konulara girmeden önce, belki de bir başka troçkist efsaneye değinerek başlamakta yarar var: Troçki’nin ve troçkistlerin Bolşevik mirasın savunucusu ve taşıyıcısı oldukları, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin çizgisine sadık kaldıkları doğru mu?
Troçki ve Troçkistler Bolşevik Mirasın Taşıyıcısı mıdır?
Her ne kadar Troçki’nin kendisi ve yanında bulunan yoldaşları bolşevizmin mirasına sahip çıkma iddiasını taşıdıklarını söylemekle övünegelseler de, bu iddia en çürük olanlardandır. Herşeyden önce Troçki 1917 Temmuzu’ndan 1927’de partiden atılışına kadarki süre dışında hiçbir zaman Bolşevik parti içinde olmadı. Bilhassa en kritik dönemeçlerde, yani RSDİP ikinci kongresi sırasında Bolşevik-Menşevik ayrımında Menşeviklerin yanında ve Ağustos bloku döneminde tasfiyeciliğe karşı güya tarafsız kalma adına ‘tasfiyecilerden daha tehlikeli bir Menşevik tutum’u benimsedi. Oysa Troçki bolşevik partiye yaklaşırken sosyal şoven bir pozisyona savrulup karşı devrim kampına geçen Plehanov bile bu kritik dönemeçlerde Troçki’nin aksine Bolşeviklere paralel bir tutumu benimsemişti.
Bu bakımdan Troçki’nin bolşevizmin deneyimini ve mirasını bizzat temsil etme iddiasının sağlam temellere dayanmadığı bir vakıadır. Onun şahsi serüvenini takip ederek varılacak yer Bolşevik deneyimden ziyade Troçki’nin kritik dönemeçlerde tutarlı bir biçimde izlediği orta yolcu tutumdur. Hatta Plehanov’un kişisel serüveni izlendiğinde bile Bolşevik deneyime ulaşmak daha fazla olasıdır. Bu bir yana, Sol Muhalefet hareketini oluşturan kadroların arasında doğrudan doğruya Bolşevik deneyimin taşıyıcısı eski Bolşeviklerden bazı unsurlar olsa bile, bunlar çoğunlukta değildi. Muhalefetle ilişkili oldukları için kıyıma uğrayan eski Bolşevik kadrolar ise daha çok bir başka muhalefet eğiliminden gelmekteydiler. Bunlar Demokratik Merkeziyetçi Eğilim (yahut kısaca Desist) diye anılan Sapranov ve yoldaşları idi. Bu kadrolar son tahlilde Sol Muhalefet’in çatısı altında anılsalar da, bilhassa örgütlenme konusunda Troçki ile anlaşmazlıkları nedeniyle ayrı durmaktaydılar. Uluslararası Sol Muhalefet’e katılanların önemli bir kısmı ise daha çok muhtelif liberal sol sosyal demokratlardan, ikinci enternasyonalcilerle SSCB taraflarının arasında orta yolda kalmış unsurlardan oluşuyordu. Zaten Troçki hayatı boyunca daha çok bu tür yarı-örgütlü kesimlerle temas ve uyum içinde olmuştu.
Devrimci örgüt ve Bolşevik deneyim konusunda kıyaslanmayacak kadar deneyimli olan ve kendisi de muhalif olduğu için ‘troçkist’ yaftasıyla anılan Victor Serge Troçki’ye yazdığı bir son mektubunda ‘etrafındaki kadrolarla ve Rusya dışında bolşevizmin mirasına sahip çıkacak bir girişimi asla başaramayacağı’ uyarısını yaparken haklıydı. Bizzat devrimci bir pratik içinde özgün bir devrimci örgütlenme deneyiminin taşıyıcısı olan İspanya’daki POUM ise bizzat Troçki tarafından hareketin dışına itilmişti. Geriye bir tek Amerikan Komünist partisinin deneyimli kadroları kalıyordu. Ama onlar da Bolşevizm pratiğinden oldukça uzak ve farklı bir deneyimin taşıyıcısı kadroları temsil etmekteydiler.
Böylece o dönemde Troçki’nin etrafındaki unsurların ağırlıklı kesimi ya bu tür unsurlardan ya da büsbütün deneyimsiz genç militanlardan oluşmaktaydı. Bu da Troçki öldürüldüğü sırada arkasında devrimci fikirlere sahip çıkma iddiasında olan ama kendisi hiçbir biçimde bir profesyonel devrimciler örgütü sıfatını haketmeyen bir örgütlenme bulunmaktaydı. Kaldı ki Troçki’nin kendisi de, bizzat içinde yer almadığı Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresi toplandığı sırada ‘ortada adını hak edecek bir örgütlenme olmadığını’ itiraf etmişti. Öte yandan, sadece Troçki’nin öldürülmesini büyüteç altına aldığımız takdirde bile ortada Bolşevik tipte bir profesyonel devrimciler örgütünün olmadığını görmek zor değildir.
Her şeyden önce, Mercader’in Troçki’nin güya sıkı biçimde korunduğu malikaneye sızmasına vesile olduğu söylenen Troçki’nin sekreterlerinden Silvia Aveloff’un oraya önceden yerleşmesi bile önceden planlanıp ayarlanmıştır. Aveloff’un kızkardeşi de daha önce orada sekreterlik yapmıştır. Ramon Mercader’i erkek arkadaşı olarak ve Jacson ismiyle tanıtıp, malikaneye sokan Silvia Aveloff’dur. Ama sonradan anlaşılan o ki esasen Mercader, Aveloff’un oraya girmesini organize edenler arasındadır.
Mercader, Meksika’ya Troçki’yi bizzat öldürmek üzere gitmemiştir. Ama Squieros’un yönettiği Mayıs ayındaki suikast girişimi başarısız olunca, bu işi üstlenerek Aveloff’un güya sevgilisi olarak malikaneye sızmıştır.
Bir suikast girişimi yeni atlatılmışken, kim olduğu nereden geldiği belli olmayan ve daha en baştan itibaren kuşkuyla karşılanan birinin istediği zaman elini kolunu sallayarak oraya girip çıkmaya başlaması ve Troçki ile yalnız başına yüzyüze bulunması nasıl olabilir? Bu tuhaf durum açıkça göstermektedir ki, Kızıl Ordu’nun eski komutanın etrafında bir profesyonel devrimciler örgütünden ziyade, bir amatörler topluluğu bulunmaktadır.
Üstelik bu Sol Muhalefet içine ilk ve tek sızma değildir. Aksine buna benzer olaylar neredeyse sayılamayacak kadar çoktur ve oluşum safhasında troçkist harekete çok pahalıya malolmuştur.
Bir profesyonel devrimciler örgütü yaratma ve örgütlenmenin bu niteliğini koruma bakımından Troçki, 1902’de Lenin ve Bolşeviklere karşı çıkarak Menşevikleri desteklemiş ve bu konuda 1917 Temmuz’unda Bolşevik Partiye katılıncaya kadar daima merkezci bir çizgide kalmıştır. Bolşevik partisi içinde 1923’ten itibaren başlayan bürokratikleşme konusundaki tartışmalardan itibaren irdelenebilecek olan sayısız somut veri de göstermektedir ki, Troçki hayatının sonuna kadar esasen aynı merkezci çizgiyi sürdürmüştür.
Ama parti konusundaki bu genel merkezci çizgisi bir an için bir yana bırakıldığında ve sorun sadece ‘profesyonel devrimciler örgütü’ başlığına indirgense bile, asıl bu konu çarpıcı bir biçimde Troçki’nin ve takipçilerinin söz konusu zaaf ve yanılgısını görmek için yeterlidir. Troçki hayatının büyük kısmını bir örgütçü olarak değil, bir yazar ve yayıncı olarak geçirmiştir. Aslına bakılırsa Lenin’in de kendini ve üstlendiği görevi tanımlarken ‘yayıncı’ dediği bir vakıadır. Ne var ki Lenin örneğinde söz konusu olan bir profesyonel devrimciler örgütünün disiplin ve hiyerarşisine bağlı bir yayıncılıktır. Troçki ise yayıncılık faaliyetini hayatının neredeyse tamamı boyunca böyle bir örgüte bağlı olmadan sürdürmüştür. Bir bakıma onun üstlendiği işlev daha çok 1902’deki tüzük tartışmaları sırasında Menşeviklerin yanında yer alarak sahip çıktığı Axelrod’unkine Lenin’inkinden fazla benzemektedir. Bunun sonucunda da Troçki’nin kendisi kısa bir epizod dışında bir profesyonel devrimciler örgütünün disiplini altında olmadığı gibi kendi inisiyatifi ve bilinciyle böyle bir örgütü neden yaratamayacağının başlıca izahlarından biri olsa gerektir.
Öte yandan Troçki’nin hayatının son döneminde bir arada bulunduğu ve bolşevizmin mirasına sahip çıkma iddiasını taşıyan örgütlenme gayretleri içinde de bir profesyonel devrimciler örgütünün deneyimini taşıyan militanlar yok denecek kadar azdır. Troçki’nin öldürülmesine varan son gelişme de bunun çarpıcı örneklerinin başında gelir. Bırakalım Bolşeviklerinki gibi bir partiyi, bizim Türkiye devrimci hareketi içinde gördüğümüz ve Bolşeviklerinki gibi bir profesyonel devrimciler örgütü varma iddiasını taşıyan irili ufaklı muhtelif örgütlerden pek azı 20 Ağustos 1940’ta Troçki’nin genelkurmayındakiler kadar çarpıcı bir amatörlük içinde bocalayacaklardır.
Doğrusu, o kritik aşamayı bir kenara bıraktığımızda da troçkist akımların örgütlenme deneyimleri çerçevesinde böyle bir profesyonel devrimciler örgütü yaratma ve yaşatma iddiasını hayata geçirme yönünde somut adımlar atanlar yok denecek kadar az olmuştur.
Ne var ki, o kritik dönemde menşevikler yalnız sol muhalefet hareketi içinde değildi. Özellikle Avrupa’daki KE üyesi partilerin içinde de ciddi bir ağırlık oluşturuyordu, İkinci Enternasyonal kalıntıları. Nitekim Lenin zamanında bu durum hakkında türlü uyarılar ve temizlik tedbirleri hakkında benimsenen kararlar olması tesadüf değildir. Buna rağmen, bu kararlar (örneğin üçüncü kongrede alınan farmasonların enternasyonal seksiyonlarından kesinkes temizlenmesi hakkındaki karar) hemen hemen hiç uygulanmamıştır.
21 koşul için Zinoviev ‘deve iğne deliğinden geçebilirse Menşevikler de 21 koşuldan geçebilir’ demişti. Yanılıyordu; zira 21 koşul bir tılsım değildi. Bunun uygulanmasını üstlenen örgütün ve kadroların niteliği belirleyici idi. Oysa daha Üçüncü Kongre’de ulusal sorun ve Cezayir’de komünistlerin görevleri hakkındaki bir tartışma vesilesiyle, başını Fransız seksiyonunda gösteren bir ikinci enternasyonal virüsü tespit edilmişti bile. Ne yazık ki bu sadece Avrupa’daki İkinci Enternasyonal artıklarıyla ilgili bir sorun değildi.
Devrimci partinin Leninist normlarının (bilhassa profesyonel devrimciler örgütü olma niteliğinin) sadece baskı koşulları altında değil, görece ferah çalışma şartlarında da gerekli olduğu sık sık göz ardı edilir. Aynı şekilde, bu niteliğin devrim öncesinde olduğu kadar devrimin ardından da elzem olduğu konusu da ihmal edilen konular arasındadır. Oysa bu gereklilik bizzat Bolşevik partinin Leninist niteliğini yitirmesi sürecinde de tayin edici bir önem taşımıştır.
1922’de, On Birinci Kongre arefesinde Zinoviev’in önerisiyle SBKP’ye hızla üye kaydetme yönünde bir tüzük değişikliği gündemdeydi. Zinovyev’in önerisi aday üyelik sürelerini kısaltma yönündeydi; Lenin bu değişikliğe şiddetle itiraz etti. Lenin önce Merkez Komitesi’ne gönderdiği bir mektupla bu değişikliği önlemeye çalıştı. Merkez Komitesi Zinoviev’in önerisini benimsedi; hem Troçki hem de Stalin bu konuda hemfikirdi. Hastalığı nedeniyle kongreye katılamama olasılığını göz önünde bulundurarak, Lenin kongreye sunulmak üzere bir mektup daha yazdı.
Partiye üye olacaklar için aday üyelik süresinin kısaltılması için Zinoviev tarafından sunulan tüzüğü esnetme önerisi, bu itiraza rağmen Merkez Komitesi’nden sonra, parti kongresinde de kabul edildi. Her ne kadar Lenin’in ölümüne kadar bu karar uygulanmadıysa da, ölümünün hemen ardından, adeta nispet eder gibi, ‘Lenin kampanyası’ adı altında yeni ve deneyimsiz unsurlar hızla partiye katıldı.
Lenin’in ölümünden, yani Ocak 1924’ten Mayıs 1924’e kadar üye kaydedilenlerin sayısı 240.000 idi. 1923’teki on ikinci kongrede temsile edilen üyelerin sayısı ise 386.000 idi. Yeni ve deneyimsiz unsurlar bir yana, Lenin’in korktuğu gibi, bir sürü eski Menşevik de parti saflarına girmekteydi. 1930’ların ortasına gelindiğinde bu yeni unsurlar partinin çoğunluğunu oluşturmuştu bile. O bakımdan o tarihte adı SBKP (B) olan partinin Bolşevik niteliğinden artık eser kalmamıştı. Troçkistler bu süreci ‘partiyi ele geçiren bürokrasinin bolşevizmi temsil eden muhalefet taraftarlarını tasfiye etmesi’ olarak anlatmayı pek severken, asla altında
Troçki’nin de onayı olan partinin Leninist normlarının gevşetilmesi doğrultusundaki ölümcül kararın bu süreçteki rolünden bahsetmeyi akıllarına getirmezler. Troçki’nin ve troçkist akımların bolşevizmin mirasçısı olma iddiaları sadece bu bolşevizmin temel ayırdedici özelliği bakımından dahi doğrulanması mümkün olmayan bir iddiadır. Bu iddia da pek çok başkası gibi ve Troçki ve taraftarlarının açıkça da söyledikleri gibi esasen ‘teorik/ideolojik kazanımlara sahip çıkma’ çerçevesinde kalmıştır. O çerçevede dahi sadakatleri tartışmalıdır.
Troçki ve Troçkistler Komünist Enternasyonal’in İlk Dört Kongresinin Çizgisine Sadık mıdır?
Troçki’nin ve troçkistlerin tıpkı bolşevizmin mirasına sahip çıkma iddiası gibi en çok tekrarladıkları iddialardan biri de Komünist Enternasyonal’in mirasına sahip çıkma iddiasıdır. Bu iddianın pratik olarak irdelenmesine girmenin alemi yoktur; zira bu iddianın ardından neredeyse bir asır geçmişken hala bir Komünist Enternasyonal ihtiyacı bütün yakıcılığı ile kendini hissettirmektedir.
Ama bu iddia lafzi olarak da doğru değildir ve sadece bazı temel metinlere ve referanslara bakılarak çürütülmesi zor değildir. Fazla ayrıntıya girmeye ve neredeyse bitmez tükenmez sayfaların arasında kaybolmaya da gerek yoktur bunun için. Sadece Komünist Enternasyonal’e katılmanın 21 Koşulu’na ve bizzat Troçki’nin ve onun takipçilerinin buna ilişkin tutum ve görüşlerine bakıldığında dahi onların Komünist Enternasyonal’e üye olma koşullarının en önemlilerinden birine uymadıklarını görmek zor değildir.
Söz konusu 21 Koşul’un yedincisinde şöyle denmektedir:
1. “Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen partiler, reformizmden ve ‘merkez’in politikasından tam ve kesin bir kopuşun gerekli olduğunu kabul etmek ve parti üyeleri arasında bu kopuşun propagandasını yapmakla yükümlüdürler. Bu olmadan tutarlı bir komünist politika yürütmek mümkün değildir.
2. Komünist Enternasyonal’in bu kopuşun en kısa zamanda gerçekleştirilmesi yolunda yaptığı talep, kayıtsız şartsız bir ultimatom niteliğindedir. Komünist Enternasyonal, artık Turuti, Modigliani, Kautsky, Hilferding, Hillquith, Longuet, Macdonald, vb. kişilerin temsil ettiği tescilli reformistlerin kendilerini Üçüncü Enternasyonal üyesi olarak görmelerini ve burada temsil edilmelerini kabul edemez. Bu durum Üçüncü Enternasyonal’in fazlasıyla İkinci Enternasyonal’e benzemesine yolaçacaktır.”
Henüz Sibirya’da sürgünde iken Komünist Enternasyonal’in Buharin-Stalin imzasıyla tartışmaya açılan program taslağını eleştiren Troçki, bu programın neden ve nasıl Komünist Enternasyonal’in çizgisinden ayrıldığını ve daha çok merkezci (İki buçukuncu Enternasyonal çizgisi) bir çizgiye oturduğunu, bu nedenle de İkinci Enternasyonal çizgisine varma doğrultusunda olduğunu izah ve ispat etmeye kalkışmıştı. Bu eleştiri ve tespitlerin haklılığının değerlendirilmesinin yeri burası değildir. Ama açıktır ki, Troçki burada bir merkezcilik tespiti yapmakta ve SSCB’de başlayan ‘bir bürokratik karşı devrim’ sürecinin uluslararası harekete yayılarak gelişmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Bu takdirde, Komünist Enternasyonal’in temel ilkelerine sahip çıkma iddiasında olanların ilk yapması gereken, tıpkı Lenin ve yoldaşlarının Zimmerwald sürecinde yaptığı gibi davranmaları icap ederdi. Yani, ‘sadece İkinci Enternasyonal’in tescilli oportünistlerinden kopmak yetmez, onlardan daha tehlikeli olan merkezden (o zaman Kautsky ve aralarında Troçki, Rosa Luxembourg, Karl Liebknecht, Clara Zetkin ve başkalarının da bulunduğu tereddütlü merkezcilerin tümünden de) koparak yeni bir parti ve yeni bir enternasyonal inşa etmek gerekir’ tutumuna uygun bir tutumu benimsemeleri icap ederdi. Nitekim Sapranov gibi eski Bolşevikleri barındıran SSCB’deki ‘Desist’ler bu tutumu ve Bolşeviklerin önce Menşevikler sonra likidatörler konusunda ve gerek Zimmerwald sürecinde gerekse de Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarında izledikleri ilkesel tutumda ısrar etmekteydiler ve Troçki ile bağlarını bu nedenle koparmıştılar.
Oysa Troçki bu program taslağı hakkındaki eleştirilerinin bir bütün olarak ve ‘Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal’ başlığı altında Fransızca yayınlanan ilk baskısına yazdığı 1930 tarihli (yani taslak Komünist Enternasyonal’in altıncı kongresinde benimsendikten iki yıl sonra) önsözde hala şunu söylüyordu:
“Bu kitaptan hangi genel sonuç çıkarılmalıdır? Bir Dördüncü Enternasyonal yaratma projesini bize mal etmek için değişik yönlerden girişimlerde bulunuluyor. Bu fikir tamamen yanlıştır. Komünizm ve demokratik ‘sosyalizm’, kökleri sınıf ilişkilerinin derinlerinde olan iki büyük tarihsel eğilimdir. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in varlığı ve mücadelesi, kapitalist toplumun kaderiyle sıkı sıkıya birbirine bağlı uzun bir süreçtir. Belirli anlarda orta yolcu veya ‘merkezci’ eğilimler büyük bir etki elde edebilirler, fakat uzun süre için asla. Friedrich Adler ve şürekâsı tarafından bir orta yolcu –iki buçukuncu– Enternasyonal yaratma gayretleri başlangıçta çok umut verici gibi göründü, fakat çabucak iflâs etti. Stalin’in politikası, farklı temellerden ve farklı tarihsel geleneklerden çıkıyorsa da, aynı ‘merkezciliğin’in bir çeşididir. Friedrich Adler, elinde cetvel ve pusulayla, Bolşevizm ve sosyal demokrasi arasında politik bir köşegen oluşturmayı denedi. Stalin, kendi adına bu tür doktriner görüşlere sahip değildir. Stalinist politika, Marx ile Vollmar arasında, Lenin ile Çan Kay-şek arasında, Bolşevizm ile ulusal sosyalizm arasında gidip gelen bir dizi ampirik zikzaklardır. Fakat eğer en temel ifadeleriyle bütün bu zikzakların toplamını alırsak, aynı aritmetik toplamı buluruz: İki buçuk. Yaptığı bütün yanlışlar ve sebep olduğu zalim bozgunlardan sonra, Stalinist merkezcilik, hâlâ Ekim Devriminden doğan bir devletin ideolojik ve maddi kaynaklarına dayanıyor olmasaydı, uzun süre önce politik olarak ortadan kalkardı. Bununla birlikte, en güçlü aygıt bile umutsuz bir politikayı kurtaramaz. Marksizm ile sosyal-yurtseverlik arasında Stalinizme yer yoktur. Komünist Enternasyonal, ancak bir dizi test ve krizden geçtikten sonra, ideolojik ilkelerden yoksun, sadece dümeni çılgınca sallamaya, zikzaklar çizmeye, baskıya ve bozgunlar hazırlamaya muktedir olan bürokrasinin boyunduruğundan kendini kurtarabilecektir. Bir Dördüncü Enternasyonal inşa etme gereğini hiç duymuyoruz. Savaş sırasında hazırlıklarını yaptığımız ve Ekim Devrimi’nden sonra Lenin’le birlikte kuruluşuna katıldığımız Üçüncü Enternasyonal’in çizgisini sürdürüyor ve geliştiriyoruz. Bir an için bile ideolojik mirasın elimizden kayıp gitmesine izin vermedik. Yargılarımız ve ileri görüşümüz tarihsel açıdan büyük önem taşıyan olgular tarafından doğrulanmıştır. Bu hapis ve sürgün yılları boyunca, fikirlerimizin doğruluğuna ve zaferlerinin kaçınılmazlığına asla şimdi olduğu kadar sarsılmaz bir şekilde inanmamıştık.”
Söz konusu eleştirilerin içeriği göz önünde bulundurulduğunda, bu önsözün sonuç tespiti Troçki’nin en azından 21 Koşul’un yedinci maddesiyle hemfikir olmadığının belgesidir ve Komünist Enternasyonal çizgisinin değil, kendisinin Zimmerwald sürecinde savunup temsil ettiği ve hatta kimi Bolşevikleri de ikna etmeyi başardığı merkezci çizginin takipçisi olduğunu anlatır. Komünist Enternasyonal bu çizgi ile değil, bu çizgiye karşı tavizsiz bir mücadele yürütülmesi sayesinde kurulabilmiştir. Aynı nedenle Troçki’nin başında olduğu bir girişimle ve onun izinden gidenlerin peşinde Komünist Enternasyonal’in yeniden kurulması mümkün değildi; nitekim vaki de olmamıştır.
Troçki’nin nice tereddütten sonra nihayet yeni bir enternasyonal kurma fikrine vardığı doğrudur. Ama Uluslararası Sol Muhalefet bunu 1933’te resmen ilan ettikten sonra bile, bu tereddütlü tutum 1938’e kadar sürmüştür. Bu ilanın üzerine aslında Zimmerwald döneminden beri Troçki’nin tereddütlü tutumundan ötürü onunla mesafeli duran, aralarında Hollanda’dan Sneevliet ve Almanya’dan Brandler gibi tanınmış muhalif komünistlerin de bulunduğu üç örgüt ile Uluslararası Sol Muhalefet yeni bir enternasyonal inşa etmek üzere bir dörtlü deklarasyon yayınladı. Ama bu deklarasyonun mürekkebi kurumadan Troçki yeniden kimi sol sosyal demokratları ve başka grupları da bu girişime katmak için oyalamacı bir tutum benimseyince, bu ittifak Troçki’nin eski alışkanlıklarından kopmadığının dile getirilmesiyle dağıldı.
Bunun ardından Uluslararası Sol Muhalefet tek başına da olsa bu hedefe kararlı bir biçimde yürüdü mü sanırsınız? Aksine akla gelen ilk iş hareketin en güçlü kanatlarından biri olan Fransız örgütünün, oradaki sözümona sol kanadı kazanma sevdasıyla, Fransa’daki İkinci Enternasyonal seksiyonu olan SFIO içine girmesi kararı oldu. Yine güçlü seksiyonlardan olan ABD ve İngiltere’deki örgütler de benzer bir yönelimi benimsediler.
Bu tutumdan anlaşılması gereken sol sosyal demokratları yeni bir komünist enternasyonal fikrine celbedemeyince bu fikri zaten benimsemiş olan militanları sosyal demokrat partinin içinde boğma fikridir. Troçki bunu ‘birkaç tane sosyal demokrat işçinin gözünü açmak için bile olsa bu tutum isabetlidir’ gibi bir gerekçeyle savundu. Sonuçta kaç tane sosyal demokrat işçinin gözünün açıldığı belli değildir, ama uluslararası sol muhalefetin belli başlı örgütlerinin felçleşip budanması ve yeni bir enternasyonalin kurulmasının 5 yıl daha gecikerek daha da zayıf temellerde gündeme gelmesi olmuştur.
Buradan da Troçki’nin Komünist Enternasyonal’in veya bolşevizmin yolundan değil, oportünist karakterini herkesten önce tespit ve ilan ettiği Sosyal Demokrat Parti’den bir türlü kopmayan ve kopmak isteyenleri de engelleyen Rosa Luxembourg’un izinden gittiğine delalet eder. Rosa Luxembourg ancak Alman Devrimi fiilen başladıktan sonra bağımsız bir komünist parti kurmaya karar vermişti. Tıpkı Parvus’un 1905 devriminin ortasında Lenin’e hak vermesi gibi. Oysa leninist örgüt anlayışının özü ise, devrimci partinin önceden kurulup hazırlanmasında yatar.
Troçki ise nihayet bir Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasının acil bir görev haline geldiğini şöyle izah etmişti:
“Savaşa karşı mücadele devrimci bir mücadele aygıtını, yani bir partiyi gerektirir. Şu anda ne ulusal ne de uluslararası ölçekte böyle bir parti yok. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal deneyimlerini kapsayan geçmişin tüm deneyimi temelinde, devrimci bir parti kurulmalıdır.”
Açıkça bu ifade bir devrimci partinin her zaman gerekli ve devrim yahut savaş anında ise elzem olduğunu vurgulamaktan bir hayli uzaktır. Bu nedenle işçilerin birliğinden önce devrimcilerin partisinin kurulup her şart altında yaşatılması gerektiğini vazeden Lenin’den ziyade, parti kurmaya girişmek için devrim günlerini bekleyen ve bu nedenle kendi hayatını kaybettiği gibi, ilk Alman Devrimi’nin de ıskalanmasında belirleyici bir rol oynayan Rosa Luxembourg’u hatırlatmaktadır.
Troçki ve troçkistlerin bu konudaki asıl kusuru merkezcilere ve sol sosyal demokratlara gereğinden fazla ümit bağlamaları ve iyimser bir bakış açısına sahip çıkmaları değildir. Asıl sorun bizzat Troçki’nin (1917-1924 dönemi bir kenara) bilhassa örgütsel sorunların kavranışı ve partinin inşası konusunda merkezci bir tutumu temsil etmesinde yatar. Troçkistlerin en belirgin ve değişmeyen özelliği de bu merkezci oportünizmde ifade bulmaktadır.
Kaldı ki sorun sadece merkezci akımlara ve sol sosyal demokratlara ümit bağlayarak devrimci partinin inşası görevinin ertelenmesinden ibaret de değildir. Troçki bu çizgiyi daha sonra da ısrarla sürdürmüştür. O gün bugündür muhtelif troçkist akımların da kılavuzu bu merkezci oportünist çizgidir.
Bütün bu hatırlatmaların sonucu açıktır: Troçki’nin ve troçkistlerin sık sık tekrarladıkları bolşevizmin mirasına sahip çıkma ve Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki Leninist çizgiyi takip etme iddiası her ne kadar Troçki ve troçkistlerin muarızları tarafından hiçbir zaman itibar görmemiş olsa da Troçkistlerin kendi kendilerine yarattıkları efsanelerin başında gelmiştir. Bunun bir efsane oluşu da hem teorik bakımdan hem de pratik bakımdan söz konusu iddianın hiçbir temeli olmamasıyla açığa çıkmaktadır. Bu sadece troçkistler bakımından kof kibirle malul bir iddia olmakla kalmaz. Zira böyle bir kof iddianın tarih içinde sonuçta merkezci bir oportünizme bağlanarak sürekliliğini korumuş olması daima Bolşevik mirasa bağlanma ve Komünist Enternasyonal’i kuruluş döneminin amaç ve ilkeleri temelinde yeniden kurma ihtiyacının önünü kesen, bu hedefin umutsuz ve yanlış bir ütopya olarak görülmesine hizmet eden bir sübjektif etken olmuştur.
Troçkistlerin kendileri hakkındaki bu efsaneye değindikten sonra, Troçki ve troçkizm hakkında her iki cenahta da yaygın olan diğer efsanelere de aynı gözle bakmakta yarar var: yani sürekli devrim, köylülüğün küçümsenmesi, dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizm.