Bu yazı KöZ’ün Ocak 2016 tarihli ‘Bin Umut Adaylarından HDP’ye İmkanlar ve Engeller’ broşüründe ‘Sunuş’ yazısı olarak yayınlanmıştı. Derleme HDP’nin siyasi arenada takındığı tutumları anlamak amacıyla partinin geçmişine inerek söz konusu tutumun KöZ sayfalarına 2007-2015 yılları arasında nasıl yansıdığını sergilemektedir.Tüm partilerin 2019 seçimlerine hazırlanma dönemine girdiği bu dönemlerde HDP’nin izlediği siyaseti anlamak ve açıklamak adına broşürümüzden yazıları yeniden yayınlamayı uygun gördük.
HDP’nin ikinci kongresi Ocak ayının sonunda gerçekleşecek. Halkların Demokratik Kongresi’nin bir partiye dönüşeceği 2013 Haziran’ında Gezi Ayaklanması’nın en hareketli günlerinin ardından duyurulmuştu. HDP şimdi de ikinci kongresine Kürdistan’da bir iç savaşın ortasında gidiyor. O zaman Taksim Meydanı’na giren kolların hepsi barikatlarla tutulmuştu. Ankara’da, İzmir’de, Hatay’da Taksim’deki ayaklanmadan ilham alarak benzer barikatlar kuruluyordu. Şimdi de Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de hendekler kuruluyor. Sokağa çıkma yasaklarına, tuğgeneraller tarafından yürütülen operasyonlara rağmen barikatlar ezilip geçilemiyor. Gezi Türkiye siyasi tarihinin en büyük hükümet karşıtı ayaklanması idi. Ancak bugün Gezi Kürdistan’ın ilçelerinde yaşanan ayaklanma ile kıyaslandığında çok küçük kalıyor. Nüfusun katılım oranı, militanlık düzeyi, devlet taarruzuna gösterilen mukavemet ve ayaklanmanın devam ettiği süreye bakıldığında Türkiye tarihinin en kitlesel silahlı ayaklanmasının yaşandığını görmek zor değil.
HDP GÜÇLENİYOR HDP’Yİ YOK SAYANLAR SİYASİ MÜCADELENİN DIŞINA DÜŞÜYOR
HDP’nin kuruluşundan bugüne geçen dönem Türkiye siyasi tarihinin en çalkantılı süreçlerinden biri oldu. 17 Aralık-25 Aralık operasyonları bu dönemde yaşandı. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın ve yakın çevresinin hırsızlıklarına ilişkin tapeler bu dönemde ortaya saçıldı. Ama tasfiye olan Erdoğan değil onu tape ve soruşturmalarla kuşatmaya çalışanlar oldu. Benzer şekilde bu sürecin başlangıcında ordudaki generallerin üçte biri Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalardan müebbede varan cezalar almıştı. Şimdi bu davalardan yargılanan kimse kalmadı. Sürecin başında Erdoğan “Kobanê düştü düşecek“ diyor, AKP hükümetinin sözcüsü alaycı bir şekilde “Bir kanton cumhuriyeti vardı. Ne oldu ona?” diye soruyordu. Bugün ise Rojava’daki Kürtlerin IŞİD’i püskürtebilen tek güç olduğu açığa çıktıktan sonra sorulacak soru da değişti: “Bir zamanlar AKP’nin Fırat’ın doğusu diye bir kırmızıçizgisi vardı ne oldu ona?” Gezi’den sonra başkaldırılar isyanlar da hiç bitmedi. 2014’te tüm Türkiye 6-7 Ekim Kobanê eylemleriyle sarsıldı. Güya yumuşak bir seçim atmosferinde gerçekleşeceği tahmin edilen 2015 yılının son üç ayı ise ayaklanmalarla geçti.
Tüm bu süre zarfında HDP sürekli güçlendi. Öyle ki 7 Haziran seçimlerinde oyunu üç katına çıkardı. Doğrusu bu AKP’nin 2002 seçimlerinde elde ettiğinden daha parlak bir başarıydı. 7 Haziran seçimlerine başkanlık hülyası ile giren Erdoğan’ın büyük bir bozguna uğraması da asıl olarak “Seni başkan yaptırmayacağız!” şiarıyla seçimlere katılan HDP’nin güçlenişini tescilledi. HDP’nin bu yükselişi nedeniyle sol da Türkiye tarihinde en güçlü olduğu dönemden geçiyor. DTP 2007 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentodaki gücünü aşan bir varlık göstermişti. Meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP ise DTP’nin o günkü sandalye sayısının iki katı sandalyeye sahiptir. Sol geçmişe kıyasla sadece parlamentoda değil sokakta da daha güçlüdür. Yetmişli yıllardaki eylemlerin pek azı HDP’nin kitle eylemlerinin yaygınlığını ve kitleselliğini aşmıştır. Öyle ki 1977 1 Mayısı dahi HDP’nin 2015 baharındaki seçim mitinglerinin yanında hayli cılız kalmaktadır.
HDP’nin bu yükselişi sol içinde onu önemsemeyen, yok sayan akımların siyasi mücadelenin dışına düşmesine yol açtı. Bunun en çarpıcı örneğini belki de HEP’den HDP’ye olan süreci tasfiyeciliğin derinleşmesi olarak adlandıran DHKP-C ve BDSP’nin pratikleri sergiliyor. Doğrusu, solun HDP’nin yarattığı gündemlerle oyalanmayıp sınıfın yahut halkın “bağımsız” gündemlerine yoğunlaşması ve bağımsız bir eylem çizgisi geliştirmesi gerektiğini savunan bu iki akım da 2015 yılında kendi bağımsız eylem çizgilerinin zirvesi olarak kabul edilebilecek örnekler sergiledi. Bunlardan birisi Çağlayan’daki rehin alma eylemiydi. İki eylemciyle birlikte savcının da öldürülmesiyle sonuçlanan bu eylem DHKP-C’nin Özdemir Sabancı’nın öldürülmesinden sonraki belki de en sansasyonel eylemdi. Tümüyle ayrı bir eylem çizgisi ve yoğunlaşma alanı belirleyen BDSP’li militanlar ise yıllardır metal sektöründe sebatkar bir çalışma yürütüyorlardı. 2015 Baharı’nda Bursa’da patlak veren işçi direnişi bir yönüyle de bu çalışmanın bir ürünüydü. Üstelik söz konusu direniş militanlık açısından otomotiv işçilerinin 1999’daki başkaldırısını da, 1989’daki Bahar Eylemleri’ni de aşıyordu. Ancak önceki dönemde tüm solun gündemini bir iki yıl meşgul edecek malzeme içeren bu eylemler HDP’nin siyasi faaliyeti nedeniyle hızlıca gündem dışına çıktı. Öyle ki savcının cenazesinden sonra Erdoğan bile Çağlayan eylemini diline dolamadı. Metal işçilerinin yarattığı fırtına ise seçim sürecine damga vuramadığı gibi, 7 Haziran seçim zaferinin gürültüsünde unutuldu gitti.
Söz konusu durum sadece bu iki akıma özgü değildir. Hatta belki de onlar öteden beri kendi gündemleriyle sınırlı bir faaliyet yürüttükler için HDP’nin güçlenişinin yarattığı sarsıcı etkiden görece daha az etkilenmişlerdir. HDP’nin yükselişi asıl olarak seksenlerin sonlarından bugüne sahneye çıkan yasal parti girişimlerinin altındaki toprağı kaydırmıştır. ÖDP olsun, EMEP olsun, TKP olsun tüm yasal parti girişimleri (yasal olmayan pek çokları gibi) HDP’nin omurgasını oluşturan dinamiği “Kürt hareketi, ya da ulusal hareket olarak tanımlıyordu. Bu dinamik bir kere ulusal hareket olarak tanımlandıktan sonra söz konusu partilerin kendilerini Türkiye’deki halk, işçi, sınıf partisi vs. olarak tanımlaması ve kendi ayrı varlıklarını böyle gerekçelendirmeleri kolaydı. 2007’den beri süren Türkiyelileşme yönelimiyle, ama özellikle HDP’nin bir Türkiye partisi olarak seçimlere girme kararıyla birlikte söz konusu akımlar bağımsız bir siyasi gündem yaratamadıkları için bu gerekçeden yoksun kalmışlardır.
Yaşanan zemin kaymasını anlamak için Gezi Ayaklanması sonrasın hatırlamak yeterlidir. HDP başından itibaren ayaklanma karşısında mesafeli bir duruş sergilerken tüm bu yasal partiler sürece daha fazla dâhil olma, hatta kendilerini bu ayaklanmaya katılanlarla özdeşleştirme eğilimindeydiler. Buna karşılık ayaklanmadan asıl beslenen güç bu akımlar değil, HDP olmuştur. Öteden beri, kendini AKP’nin karşısına ve muhalefet yapamayan CHP’nin soluna yerleştirerek keskin bir çizgi benimsemeye çalışan TKP’nin de tam da bu dönemde üçe bölünmesi yine HDP’nin soldaki siyaset sahnesini kaplayan çıkışı ile ilgilidir. Tam da bu nedenle yasal partiler ve bu girişimler ya HDP’nin içinde ya da yörüngesinde yer almışlardır. HDP’den uzaklaşma isteği arttıkça da bu akımların içlerindeki gerilim büyümüş ve bölünmelere yol açmıştır.
HDP GÜÇLENDİKÇE REJİMİN KRİZİ DERİNLEŞİYOR
Ancak HDP’nin gelişmesinin etkileri yalnızca sol hareketle sınırlı kalmadı. HDP’nin güçlenmesi bugünkü rejim krizini derinleştiren bir faktördür de. Meseleyi anayasa ve onun etrafında şekillenen yasalar düzleminde ele aldığımızda 12 Eylül Rejimi’ni ayakta tutan üç temel mekanizmadan söz etmek mümkün.
Bunlardan birincisi, silahlı kuvvetlerin rejim üzerindeki ağırlığını simgeleyen Milli Güvenlik Kurulu’nun varlığı ve yetkileridir. Rejimin sürekliliğin ikinci koşulu ise bürokrasinin kritik mekanizmalarına atama yapma yetkisini neredeyse tekeli altına almış cumhurbaşkanının yine silahlı kuvvetlerin uygun gördüğü bir kişi olmasıdır. Rejimin üçüncü payandası olan yüzde on barajı ise neredeyse otuz yıl boyunca burjuva partileri dışında bir partinin parlamentoya girmesini engellemiş, engelleyemediği zaman da bu partilerin parlamentodaki varlığını tırpanlamıştır. Böylelikle 12 Eylül Rejimi’nin kendisini istikrar içinde yeniden üretmesini mümkün kılan, çıkan siyasi krizlerin de yine burjuva partilerine bağlı olarak çözülmesini sağlayan ayrı bir mekanizma olmuştur. Kuşkusuz 12 Eylül Rejimi’ne damga vuran unsurlardan biri de Cumhuriyetin kuruluşundan beri devletin temel niteliklerinden biri olan Kürtleri yok sayan ve imhaya dönük politikaları açıkça ismini koyarak ve altını çizerek anayasal ve yasal düzenlemelere taşıması olmuştu.
Kürtleri yok saymaya yönelik tüm bu girişimler daha 1990’ların başından itibaren iflas etmişti. Bu dönemde tekrardan başbakan olan Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü bir anlamda bu iflasın ilk itirafı anlamına geliyordu. Askeri otoritenin rejime müdahale etmesini sağla-yan kurumsal/anayasal güvenceler 1999-2004 arasında Avrupa Birliği hülyası sürerken gerçekleşen anayasa değişiklikleri ile törpülenmişti. Önce 27 Nisan Muhtırası’nın yarattığı bozgun, sonrasında da Cumhurbaşkanı’nın genel oyla seçilmesini sağlayan düzenleme Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı yolunu açarak rejimin ikinci payandasını da çökertmişti. Bu kriz dinamikleri sadece ordunun düzenleyici rolünü kaldırmamış aynı zamanda burjuva siyasetindeki tüm aktörler arasındaki yıpratıcı ve yıkıcı rekabeti arttırmıştır. Düzen güçleri bir kargaşa içinde zayıflar ve geriler iken, HDP’nin yüzde on barajını aşması üçüncü mekanizmayı da devre dışı bırakmış ve krizin burjuva aktörlerle sınırlı bir çerçevede gelişimini imkansızlaştırmıştır. Yeni meclis aritmetiği ilenirlikte krizin çözümüne dair her plan HDP’yi olumlu ya da olumsuz anlamda hesaba katmak zorundadır. Böylelikle emekçi ve ezilenler de HDP vesilesiyle bu krizin tam da göbeğinde yer almaya başlamıştır.
Her şeyden önce HDP’nin Kürtlerin varlığını ve gerçekliğini vurgulayarak mecliste yer alması rejim krizinin parlamenter çözüm yollarını tıkamaktadır. Ama bu sadece Kürt sorunu nedeniyle değildir. Zira söz konusu krizin düğüm noktası Erdoğan’ın siyasi akıbetidir. Erdoğan’a muhalif cephe açısından parlamenter çözüm doğrudan Erdoğan’ın güdümünde olmayan bir hükümetin kurulması ve Erdoğan’ın Beştepe’de etkisizleştirilerek zaman içinde tecrit edilmesidir. Bunun içinse üç olası yol söz konusuydu: AKP’nin karşısındaki güçlerin ortak bir koalisyonla hükümet olmaları, CHP’nin AKP içindeki Gül yanlılarına dayanarak AKP ile bir koalisyon kurması yahut Davutoğlu’nun Erdoğan’a bayrak açarak, Abdullah Gül’ün yapamadığını yapıp kendi bağımsızlığını ilan etmesi.
Doğrusu HDP’nin varlığı bu üç hesabı bozmuştur, bozmaya da devam edecektir. Zira 7 Haziran seçimlerinde görüldüğü üzere MHP’nin HDP’nin içinde bulunduğu herhangi bir girişime onay vermesi imkânsızdır. Bununla birlikte yine 7 Haziran seçimleri öncesinde belli olduğu gibi AKP’nin, geçelim anayasa değişikliğini referanduma götürmeyi, hükümet olmayı sağlamak için bile HDP’ye karşı hile ve desise ile sınırlı kalmayan açık bir savaş yürütmesi gereklidir. Bu savaşın doğrudan sonucu ise AKP’nin içindeki “güvercinlerin” sinmesi, Erdoğan’ın başkomutan olarak parti üzerinde kayıtsız şartsız denetim kurması olmuştur. Bununla birlikte HDP’nin meclis dışına itilmesinin sonuçları meclisi AKP’ye teslim etmekle sınırlı kalmayacaktır. Böylelikle Erdoğan’ın baş stratejist olarak parti üzerindeki egemenliğini pekiştirecek ve Erdoğan karşıtı parlamenter çözüm yolları tümden tıkanacaktır.
Bununla birlikte parlamenter çözümler söz konusu olduğunda durum Erdoğan açısından daha parlak değildir. Zira artık ok yaydan çıktığı için Erdoğan başkanlık sistemine mecburdur bu yüzden de anayasa değişikliği için her türlü zorlamayı yapacaktır. Hâlbuki HDP’nin meclisteki varlığı hem buna meclis içinde bir çözüm bulunmasının hem de referandumun kapısını kapatmaktadır. MHP ya da CHP’nin desteği ile başkanlık sistemine geçilemeyeceği de açıktır. İçinden geçilen dönemde HDP ile ortak anayasa yapmanın imkansız olması bir yana, yaratılan savaş atmosferinden sonra böyle bir anayasanın referandumdan geçmeyeceği de bellidir. O halde Erdoğan açısından tek çözüm HDP’yi ya da en azından kimi HDP’li vekilleri meclis dışına atmak için gemi azıya almaktır. Ancak başkanlığı iç savaş desteği ile sindirilmiş, örselenmiş bir parlamentodan geçirip referandumda onaylatmanın ne denli bir parlamenter çözüm yolu olduğu bir yana, Erdoğan’ın HDP’yi yok etmeye, Kürtleri ezmeye yönelik politikaları söz konusu yolu dahi kapamaktadır. Zira Erdoğan Kürdistan’da iç savaşı büyüttükçe bu politikaların yürütücüsü olarak devlet içinde kümelenmiş faşist, darbeci, Ergenekon operasyonlarının kılıç artığı unsurlara daha fazla mahkûm kalmaktadır. Bir başka deyişle Erdoğan 1 Kasım sonuçlarına bakarak söylendiği gibi tek başına iktidar olamamaktadır. Bu anlamıyla devlet içindeki denetimi zayıflayan Erdoğan’ın ister istemez yaslanıp güç almak zorunda kaldığı bu unsurlar henüz örgütlenip koordine olmamış olsa da, bir anlamıyla bir darbenin yolu döşemektedir. Erdoğan’ın Kürdistan’da savaşı sürdürürken kendisine karşı bir darbeyi imkânsız kılmasının tek yolu bizzat kendisinin tüm anayasal süreçleri ihlal ederek darbe yapmasıdır. Ancak her iki darbe alternatifi de yine parlamenter çözüm yollarının tıkandığına işaret etmektedir.
Öyle ise HDP’nin yükselişi kendisini rejimin geleceği konusunda da kilit bir konuma getirmiştir. HDP’nin varlığı nedeniyle düzen güçleri rejim krizini parlamenter yollardan hafifletemiyorlar. HDP’yi dışarıya atmaya yönelik her türlü girişim ise parlamenter yolun iflasının kabulü anlamına geliyor.
Ancak HDP’nin kilit rolü sadece onun parlamentodaki varlığından kaynaklanmıyor. Bu durumun daha önemli bir başka sebebi de var. Zira rejim krizi ve parlamenter yolların tıkanması sadece bir darbe için zeminin oluşması anlamına gelmez aynı zamanda bir devrimi yahut yıkıcı ve kitlesel ayaklanmaları tetikleyen bir iklimin de yaratılması anlamına gelir. Başka bir deyişle rejim krizleri aslında açık uçlu süreçlerdir; bu krizlerin düzen güçlerinin şu ya da bu kesimi lehine sonuçlanması mukadder değildir. Bu krizler aynı zamanda emekçileri ve ezilenleri siyaset dışında tutan mekanizmaların da çatırdaması anlamına gelir, dolayısıyla krizlerin emekçileri ve ezilenleri güçlendiren sonuçlar doğurması da yabana atılır bir ihtimal değildir. Üstelik rejimin krizi derinleştikçe, sadece artan politizasyon değil artan saldırılar da emekçi ve ezilenlerin öfkesini büyütüp yaygınlaştırmaktadır. Gezi, Kobanê eylemleri ve bugünkü iç savaş durumu aynı dinamiğin beslediği ve giderek daha şiddetli düzeyde gerçekleşen eylemlere işaret etmektedir.
Üstelik içinden geçtiğimiz dönemde HDP’nin elindeki olanaklar her zamankinden fazladır. Zira HDP’nin sokaktaki varlığı ve ağırlığı tüm düzen güçlerinin toplamınınkinden kat be kat fazladır. Gezi Ayaklanması’nda sokaklarda yer alan kesimlerin önemli bir kısmı HDP’ye oy veren kitlenin içindedir, eğer HDP’li değilseler de bunun nedeni HDP’nin Erdoğan’a karşı aktif ve kitlesel bir şekilde mücadele etmemesidir. 6-7 Ekim Kobanê eylemlerinde seferber olanlar da HDP’lidir veya mutlaka HDP’ye oy verenlerdendir. Geçtiğimiz 10 Ekim’deki mitinge Erdoğan’ın sindirme operasyonlarına ve kendi partilerinin hiçbir aktif hazırlığının bulunmamasına rağmen katılanlar da HDP’lidir yahut HDP’yi destekleyenlerden oluşmaktadır. Bugün Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de direnenlerin de HDP’yi destekleyenler olduğuna şüphe yoktur. Tam da bu yüzden hiçbir düzen partisi sokağı adres göstermemektedir. Erdoğan’ın 2015 yılı boyunca bu doğrultudaki çağrıları da ya karşılıksız kalmış ya da bir takım “çetelerin” veya onların kışkırttığı sınırlı kesimlerin eylemleri çerçevesinde kalmıştır.
Öyle ise rejimin krizi darbeci-karşı devrimci dinamikleri büyüttüğü kadar Erdoğan’ın kitlesel bir seferberlik sonucu devrilmesinin de yolunu açmaktadır. Bunun için nesnel imkânlar her zamankinden fazladır. Hatta darbeci dinamik ve eğilimleri tetikleyen de asıl olarak bu elverişli koşullardır. Ama bu eğilimlerin sahiplerinin ancak HDP aktif bir rol oynamadığı zaman belirleyici olabileceklerini söylemek gerekir. Zaten HDP’nin rejimin krizinde kilit bir rol oynamasının bundan başka bir anlamı da yoktur. O halde sorulması gereken soru şudur: HDP emekçi ve ezilenlerin kitlesel seferberliğinin önünü açan bir rol oynayabilir mi?
HDP GERİDE BIRAKTIĞIMIZ DÖNEMDE KİTLESEL BİR SEFERBERLİĞİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL OLMUŞTUR
Soruyu önce somut olarak yanıtlayalım. HDP’nin yapabileceklerinden ziyade yaptıklarına bakalım ve Gezi Ayaklanması’ndan bugüne kadar ki tutumlarını hatırlayalım. Ancak sıralanacak olgulardan sağlıklı sonuçları çıkarmak içinse öncelikle HDP ile HDP’liler arasında bir ayrım yapmak gerekir. HDP partinin HDP’liler ise bu partiyi destekleyen kitlenin adıdır. Üstelik bu kitle HDP’nin seferber ettiği bir kitle değil, seferberliğine köstek olduğu bir kitledir. Adeta HDP’nin bir eylem çağrısı için fırsat kollayan, başka bir deyişle harekete geçtiği zaman HDP’ye rağmen harekete geçen bir kitle söz konusudur. Gezide, Kobanê eylemlerinde bugünkü iç savaşta harekete geçmiş kitle işte bu “HDPliler“dir. Tüm bu gelişmelerde söz konusu kitle vardır fakat parti olarak HDP yoktur.
HDP’nin tüm bu kitle eylemlerindeki tutumu mevcut olmamanın, plan yapmamanın, yetersiz kalmanın da ötesindedir. Gezi Ayaklanması’nın doruk noktasında “Kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş, “darbe mekaniğine dikkat çekip oyuna gelmeme çağrısında bulunan ise Sırrı Süreyya Önder’dir. Kobanê eylemlerinde protesto gösterileri çağrısında bulunduktan sonra bu eylemlerin sorumluluğunu üstlenmeyip 8 Ekim’de eve dönüş çağrısında bulunan yine HDP’dir. Provokasyon ortamı oluşmasın diye 7 Haziran sonrasında kutlama gösterilerini engelleyen de HDP’dir. 7 Haziran sonrasında HDP meclisin açık kalması için somut bir girişimde bulunmamış, Erdoğan’a hücum etmemiştir. Buna karşılık meclisin açık olduğu sürece en fazla Deniz Baykal’ın meclis başkanı olması sorunu ile ve sonuçsuz kalacağı belli olan “koalisyon dedikodularıyla” ilgilenmiştir. Ancak bu süreç boyunca vekiller emekçileri harekete geçirmek, diri tutmak için herhangi bir halk toplantısı düzenleme girişiminde bile bulunmamıştır. Öyle ki Kürdistan dışında kalan yirmiye yakın vekilin 7 Haziran-1 Kasım arasında düzenlediği halk toplantısı ve etkinlik sayısı 2007 sonrasında Sebahat Tuncel’in tek başına yaptığı halk toplantı sayısını aşmamaktadır. Besbelli ki bu durumu tembellik yahut çalışkanlık gibi bireysel özelliklerle açıklamanın imkânı yoktur. Devam edelim, Suruç’taki katliamın ardından yerel yahut kitlesel protesto eylemlerini düzenlemek yerine kitleselliği öldürecek ajitasyon ve propaganda yasaklarıyla dolu sembolik Barış Bloğu eylemleriyle kitlesel mitinglerin önünü kesen yine HDP olmuştur. 10 Ekim’deki patlamadan sonra kitlenin öfkesi doruk noktasındayken mitinge katılan kitleyi yanı başındaki Beştepe’ye seferber etmek yerine “can güvenliğiniz için evinize dönün” çağrısını yapan böylelikle olası bir eylemi engelleyen yine HDP’dir. Sonrasında cenazelerin toplu kaldırılması yönündeki her türlü girişime “provokasyon olur“ diye karşı çıkan ve 1 Kasım’a kadarki bütün seçim mitinglerini aynı gerekçe ile iptal eden de HDP’dir.
Hâlbuki HDP seçim mitinglerini toptan iptal ederken Kürdistan’da Erdoğan’ın saldırı ve imha politikalarıyla tetikleyip körüklediği bir iç savaş ortaya çıkıyor, Botan hattında kendini savunmak isteyen Kürtler hendekler kazıyor, kapatılan hendekleri yeniden açmak için seferber oluyordu. Üstelik bunları yapan PKK gerillaları değil, PKK ile sınırlı bir örgütsel bağı olan veya hiç olmayan Kürt gençleriydi; devletin hışmına uğrayanlar ise bunların da ötesinde genel Kürt kitlesiydi. Söz konusu coğrafyada PKK’nin denetimindeki kent ve kır gerillası pratiğini aşan kitlesel bir başkaldırı yaşanıyordu. Bu tam anlamıyla devletin inisiyatifiyle gelişen bir iç savaş örneğiydi.
Bu bakımdan kurulan hendeklerin ve bunun etrafında gelişen çatışmalar 1848 Devrimindeki Haziran günlerinde Paris’te kurulan barikatlarla, sonrasında Paris Komünü’nün ortaya çıkmasına varan barikatlarla karşılaştırılabilir. HDP ise bu sırada kendi içinde “Hendeklere karşı tutum almalı mıyız/almamalı mıyız?” diye tartışıyordu.
Tartışmanın bir tarafında duranların pozisyonu şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı. Zira onlar başından itibaren hendeklere karşı çıkıyorlar, HDP’nin hendeklere karşı açıktan tavır alması gerektiğini söylüyorlardı. 7 Haziran sonuçları ile 1 Kasım sonuçları arasındaki farkı da hendeklerle açıklayan bu kesimlerin sesi 1 Kasım sonrasında daha gür çıkmaya başladı. Ocak sonundaki kongrede daha gür çıkacağına da şüphe yok. Diğer kesim ise hendeklere karşı açık bir tutum almıyor, “Hendekler sebep değil sonuçtur” diyerek güya Kürdistan’daki direnişe karşı hayırhah bir tutum takınıyordu. Halbuki bu kesim de hendekleri Erdoğan’ın devrilmesi ve yeni bir demokratik cumhuriyetin kurulması hedefiyle büyütülmesi gereken bir iç savaşın göstergesi olarak değil, siyaset alanını daraltan bir sonuç olarak görüyordu. Tam da bu nedenle HDP hendeklerin ateşini körüklemeyi değil, hükümetin saldırı politikalarını gerekçe göstererek kitlesel eylemlerin önünü tıkamayı tercih etti. 10 Ekimden sonra 2015 boyunca HDP’nin tek bir miting düzenlememesi bu engel rolünün en iyi kanıtıdır.
“BATI’DAKİ SESSİZLİĞİN” SORUMLUSU KİM?
HDP’nin tüm bu süreçteki rolüne ilişkin daha çarpıcı bir örnek, iç savaş sırasında HDP yetkilileri tarafından yapılan “Batı’daki sessizlik endişe verici” açıklamasıydı. Her şeyden önce sessizlik dün de bugün de sadece İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da mı hüküm sürüyor? Diyarbakır’ın diğer mahallelerindeki, Ağrı’daki, Batman’daki, Kürdistan’ın geniş bir coğrafyasındaki sessizliği nasıl açıklayacağız? Bu kesimlere de mi “Gezi’de ağaç kesilirken dünyayı yıkıyordunuz şimdi neredesiniz?” diye soracağız? Yoksa bunları o bölgelerde siyaset yapma iddiasındaki DBP’ye mi havale edeceğiz? Peki, DBP’nin sessizliğini nasıl açıklayacağız? Emine Ayna’nın “YDG-H’li gençler bize kızıyor; onlarla birlikte çatışmamızı istiyorlar” açıklamalarını ne yapacağız?
Bunları bir yana bırakıp biraz da batıya bakalım. Batıdaki emekçileri kim seferber edecek? HDP asıl batıyla ilgilenmek üzere kurulmuş bir Türkiye partisi değil miydi? Batıdaki sessizlik endişe verici diyen bir partinin en azından bir miting başvurusunda bulunması gerekmez miydi? Eğer Kürdistan DBP’nin ilgi alanına giriyorsa, batıdaki sessizlik de HDP’nin sorumluluğu değilse Türkiye partisi olduğunu iddia eden HDP nerenin partisidir?
HDP’nin Kürdistan’daki iç savaşa bakışı da köstekleyici çizgisi ile uyumludur. Marksistler açısından iç savaş yahut sivil savaş devrimci bir duruma işaret eder. Tam da bu nedenle Marx’ın ve I. Enternasyonal’in Paris Komünü’ne ilişkin değerlendirmeleri Fransa’da İç Savaş (Sivil Savaş) adıyla yayınlanmıştır. Her devrimci durum da iktidarı alma yahut koruma durumuna işaret eder. Bu bakımdan bugün sadece Kuzey Kürdistan’ın belli ilçeleriyle sınırlı olsa ve devletin inisiyatifi ile gelişmiş bulunsa da Türkiye’de bir iç savaş sürdüğünü söylemek gerekir. Bu durumda devrimciler tarafından takınılması gereken görev de belli olmalıdır. Söz konusu ayaklanmanın daha geniş bölgelere yayılması, Türkiye’nin dört bir yanındaki kitlesel eylemlerle buluşması için gayret etmek gerekir. HDP ise böyle bir çizgiyi benimsemek şöyle dursun, Kürdistan’a baktığında da devrimci bir dinamik değil son bulması gereken katliamları görüyor. Dün aynı bakış açısıyla Koçgiri’ye, Azadi Kalkışmasına (Şeyh Said’e), Ağrı’ya Hoybun Hareketine, Dersim’e bakınca da katliamlar görülmüştü. Bugün de Cizre’ye, Nusaybin’e bakınca büyütülmesi gereken bir başkaldırı değil son bulması gereken bir katliam görülüyor. Böylelikle kitleler üzerinde maneviyat bozucu, avunmacı bir etki yaratılıyor.
O halde içinden geçtiğimiz dönemde HDP’nin ne yapıp yapamayacağından bağımsız olarak öncelikle şu tespiti yapmak gerekir. Bugünkü iç savaş Kuzey Kürdistan’ın diğer kesimlerine yayılmıyorsa, Gezi’den bu yana Erdoğan karşıtı öfkenin dinmiş gözüktüğü Türkiye’nin batısında bir sessizlik hüküm sürüyorsa bu emekçilerin, ezilenlerin duyarsızlıklarından, korkularından ötürü değil, HDP’nin aktif engelleyici rolünden ötürüdür. Özellikle Kürdistan’daki iç savaşın başlangıcından beri HDP “provokasyonlara fırsat vermeme” adına her türlü kitle eyleminin önünde set olmaktadır.
PARLAMENTARİST YAPISI NEDENİYLE HDP DAHA FARKLI BİR ROL ÜSTLENEMEZ
HDP’nin kitle eylemleri karşısındaki köstekleyici rolü HDP içindeki şu ya da bu kesim yüzünden değil, bu partinin parlamentarist, legalist yapısı nedeniyle böyledir. HDP’nin legalizminden söz ederken kast ettiğimiz HDP yöneticilerinin devletle karşı karşıya gelmekten korkması değildir. Zira öncelleri olan diğer partiler de hesaba katıldığında Türkiye’deki hiçbir legal partinin bu kadar üyesi hapse girmemiş, öldürülmemiştir. HDP kendi yöneticilerinin her daim bedel ödemesine, üstüne üstlük sürekli olarak biz kendimizi yasalarla sınırlamayacağız demesine rağmen parlamentarist-legalist bir partidir.
Bununla birlikte nasıl bir güzergâhtan geçerek kurulduğuna baktığımız zaman HDP’nin seçimler için kurulmuş bir parti olduğu da apaçıktır. Zira solun gündemini takip edenlerin bildiği üzere seçim partisi olarak tarif edilen Çatı Partisi girişimleri 2004-2005 yılından beri mevcuttu. Böyle bir partide yer almak isteyen unsurlar o zamandan beri muhtelif adlarla bir dizi platform kurmuşlar, ancak bu platformların hiçbiri amacına ulaşamamıştı. Nihayetinde 2008-2009 dönemecinde AKP karşıtı kitlesel eylemler için eylem birlikleri yakıcı bir ihtiyaç olarak belirdiğinde, bu girişimler geri çekilmiş söz konusu platformların yerini eylem birliği platformları almaya başlamıştı. Sonradan oluşan seçim platformlarını da bu eylem birliği platformları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aslına bakılırsa 2011 yılında kurulmuş olan Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu kapsayıcılık bakımından sözü edilen eylem birliklerinin bir zirvesini oluşturuyordu.
İşte Halkların Demokratik Kongresi durağından geçerek Halkların Demokratik Partisine varan süreç tam da bu noktada devreye girmişti. HDK elbette önceki eylem birliklerini aşan kapsayıcı bir muhalefet bloğu olma iddiasındaydı. Buna karşılık ilerleyen süreçte seçimlere bir parti olarak girmek için bir çatı partisine ihtiyaç duyulduğu söyleniyordu. O zaman söylenenlere bakılırsa asıl güç HDK olacak HDP ise seçimlere girmek için kullanılacak bir kimlik olmanın ötesine geçmeyecekti. Görüldüğü üzere HDP ta en başından seçimlere girmek için kullanılan ortak bir kimlik olarak tasarlanmıştı. Tam da bu nedenle önce HDK’nın sonrasında da HDP’nin çağrıcıları soldaki tüm kesimlere, “Kendi kimliğinizi koruyarak bize katılın. Eleştirilerinizle beraber gelin. Eleştirilerinizi içeride yapmanın önünde bir engel yok” diyorlardı.
KöZ ise HDK-HDP projesi asıl olarak bir seçim partisi projesine bağlı olarak geliştiği için hem bir çatı partisinin içinde yer almak istemeyen kesimleri dışlayıp eylem birliklerini daraltacağını hem de çatı partisinde buluşmak isteyenlerin işlerini güçleştireceğini belirtti. Gelişmeler KöZ’ün tespitlerini doğruladı. Tüm iddialarına karşın HDK 2011 seçimleri öncesindeki dönemdeki eylem birliklerinin yaptığını yapamadı, kitlesel eylemlerin önünü açamadı. HDP projesinin HDK ile birlikte değil de tam iki yıl sonra yerel seçim dönemi açılmışken yürürlüğe sokulması da HDP’nin esas olarak seçimler için tasarlanmış bir parti olduğunu göstermektedir. Dahası bu girişimin, 80’li yıllardan beri birbirini takip eden tasfiyeci dalgaların mirasçısı olması nedeniyle, kendi dışındaki kesimleri de girdabına çeken bir güç oluşturduğu görülmelidir.
Bu bakımdan asıl olarak seçimlere girmek için tasarlanmış bir partinin hendeklere, barikatlara gitmesi elbette beklenemez. Böyle bir partinin daha çok barikatlardaki ve hendeklerdeki enerjiyi seçim sandığında oya çevirmek için hesap yapması beklenir. Nitekim dün Gezi Ayaklanması karşısında, Kobanê ve Rojava Devrimi’yle dayanışma eylemlerinde, bugün de Kuzey Kürdistan’da patlak veren iç savaş karşısında HDP esas olarak böyle davranmıştır. Üstelik bu hesabında başarılı da olmuştur, sokaktaki eylemleri frenleme pahasına, bir nebze fire vermiş olsa da, 1 Kasım seçimlerinde bir kez daha bir seçim başarısı yakalamıştır.
Seçimlere girmek için tasarlanmış bir partinin rejim krizi derinleşirken hiçbir anayasal kısıtlamayı tanımayacak, yeni bir anayasa yapmayı önüne koyacak bir kurucu meclis çağrısında bulunması da elbette beklenemez. Böyle bir partinin daha çok tüm toplumsal kesimleri kucaklayacak seçim vaatlerinde bulunması beklenir. HDP’nin durumu tam da böyledir. HDP yürüttüğü seçim çalışmalarında sadece Kürtlerin sorunlarına değil köylülerden LGBT’lere, işçilerden Romanlara kadar tüm kesimlerin sorunlarına kulak vermiş, bu sorunların kamuoyuna duyurulduğu bir kürsü olmuştur. 12 Eylül Anayasası değiştirilmeden bu sorunların çözülemeyeceğini herkes kadar bilen HDP aynı zamanda tüm bu taleplerden söz ederken “anayasada gerekli değişikliklerin yapılacağını” belirtmeyi unutmamaktadır. Bununla birlikte HDP tek bir şeyden söz etmeyi unutmaktadır: Anayasanın nasıl değiştirileceği.
Böylelikle HDP sürekli anayasanın değiştirilmesi gerektiğini söyleyen ama anayasanın nasıl değiştirileceğini söyleyemeyen tuhaf bir konuma sürüklenmek zorunda kalmıştır. Sürekli yasaları çiğnemek zorunda kaldığı halde bu yasal çerçeveye gönderme yapmaya devam eden HDP’nin legalist niteliği tam da burada kendini belli etmektedir. Onu legalist kılan şu ya da bu anda belirli bir yasayı çiğneyip çiğnememesi değildir. Bu anayasayı yok sayacak bir çözümü siyasi hedefi olarak tanımlayamamasıdır. HDP Kurucu Meclis talebini ve yolunu ortaya koymadıkça burjuva partileri ile aynı çizgide, 12 Eylül Anayasası’na göre kurulu bir parlamentodan yeni bir anayasa çıkarma hayalini paylaşmaya mecburdur.
HDP İÇİN SOKAĞIN PARTİSİ OLMAK FARKLI BİR ANLAM TAŞIYOR
Peki, HDP’nin kendisinden “Biz parlamentoyla sınırlı kalan bir parti değiliz. Biz aynı zamanda sokağın partisiyiz” diye söz etmesine ne demeli? Yalan söylüyorlar diye üstünü mü çizmeli. Elbette hayır. HDP kendini parlamentoyla sınırlamayan bir parti olduğunu ifade ederken son derece samimidir. Ancak sokağın partisi olmak bu partinin kurucuları açısından bu yazıda kast edilenden tümüyle farklı bir anlam taşıyor. Bunu anlamak içinse sadece HDP’nin somut olarak hangi gerekçelerle kurulduğuna bakmak değil, Türkiye’deki yasal parti süreçlerinin altında yatan temel saiki de kavramak gerekir.
Türkiye’deki yasal parti girişimlerinin ezici çoğunluğunun arkasında geçmişinde öncü savaşı, halk savaşı, fokoculuk gibi gerillacılığın şu ya da bu türevini savunmuş akımlar bulunur. “Mücadelenin yürütülüş biçimleri yere, zamana ve koşullara göre değişir” genel saptamasının arkasına sığınan bu akımların pek azı açıktan açığa silahlı mücadeleyi topyekûn reddetmektedir. Ama bunların silahlı mücadele derken kast ettikleri bugün Kürdistan’da yaşanan ayaklanmalarda tanık olduğumuz kitlelerin silahlı ayaklanması değil, esas olarak gerilla birliklerinin yürüteceği silahlı mücadeledir. Mücadelenin biçiminin koşullara bağlı olması ile kast edilen, silahlı mücadelenin esas olarak kitlelerin ayağa kalktığı ayaklanma koşullarında değil de “faşizm koşullarında” yani parlamenter zeminde siyaset yapmanın mümkün olmadığı koşullarda yürütülebileceğidir. Böyle durumlarda da silahlı mücadelenin amacı yine devleti yıkmak değil, parlamenter zeminde siyaset yapmanın yani “burjuva demokrasisinin” koşullarını sağlamaktır. Aslına bakılırsa bu meseleyi marksist kavramlara sığınarak anlatmaya artık gerek de duyulmamaktadır. Dün “PKK sebep değil sonuçtur”, “PKK dağa ovada siyaset yapmanın koşulları olmadığı için çıktı” diyenler bugün de “hendekler sebep değil sonuçtur” diyerek silahlı mücadeleye ne zaman başvurmayı düşündüklerini özlü bir şekilde anlatmaktadır. Silahlı mücadele bu anlamda karşı tarafı yani devleti yönetenleri yıldırmak, korkutmak ve caydırmak için kullanacakları bir tehdittir.
O halde, “koşulların değiştiğini” savunarak yasal parti kurma girişiminde bulunan akımlar esas olarak geçmişteki baskıcı rejimin ortadan kalktığını ya da artık parlamenter yollarla ortadan kaldırılabileceğini savunmaktadırlar. PKK de dahil olmak üzere HDP’nin kuruluşunu olumlayan tüm akımlar aslında açık ya da örtük biçimde 12 Eylül rejiminin değiştiğini yahut parlamenter kanallarla değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunmaktadırlar. 1989’da ilk legal parti girişiminde bulunan TBKP ve Sosyalist Parti, sonrasında yolu BSP’ ye varacak olan Kuruçeşme ürünleri öyle ya da böyle “faşizmin kendi kendine çözüldüğü” tespitinden hareketle faşizm tespitlerini teker teker ortadan kaldırdılar.
Yakın zamanda ise, Atılım gazetesinde MLKP haberleri yerini önce ESP sonrasında da HDK-HDP haberlerine bırakırken, bu gazetenin çizgisini benimseyenler eş zamanlı olarak askeri faşist diktatörlük tespitlerini değiştiriyorlardı. EMEP ise bu işi önce “Kahrolsun Faşist Diktatörlük” sloganını sol görünümlü ama devletten söz etmeyen “Sermaye Mezara Emek İktidara” sloganıyla değiştirerek sonrasında da ise Evrensel gazetesinde Hitler olmak isteyen Erdoğan’dan söz ederek yani hali hazırda burjuva demokrasisi olarak gördüğü bir rejimin faşizm tehdidi altında olduğunu vurgulayarak yapacaktı.
Söz konusu HDP olunca durum farklı değildi. HDP silahların susmasını, siyasete alan açılmasını isterken aslında siyasetin ancak parlamenter ve silahsız yapılabileceğini söylemiş oluyordu. Cemil Bayık 7 Haziran seçimleri sonrasında oluşan meclisin aslında bir kurucu meclis olarak çalışabileceğini belirttiğinde aslında “faşist TC”nin parlamenter yolla değişebileceğine olan inancını ifade etmiş oluyordu. Halkın Emek Partisi’nden HDP’nin kuruluşuna giden süreçte de işte böyle bir inanç söz konusuydu zaten.
Doğrusu dün silahlı mücadele verenlerin bugün yasal kitle partilerine dönüşmesi ilk kez Türkiye’de görülen bir örnek değildi. 1905 Devrimi’nin bozgunun ardından terörizmden parlamentarizme geçen Peşehanovistler böyle bir akımı simgeliyordu. Ama Türkiye soluna ilham kaynağı olan ise daha çok Latin Amerika örnekleriydi.
Dolayısıyla bugün HDP’nin içindeki yapıların ağırlıklı kısmı silahlı mücadeleyi terk ettikleri ya da terk etme niyetinde oldukları zaman önlerine kitle partisine dönüşme, sokağın partisine dönüşme hedefini koymuşlardır. Bakış açısı böyle olunca silah ile kitleler taban tabana zıt kutuplarda yer almaktadır. Ancak kitlelerin siyaset yapamadığı, siyasete dahil olmadığı durumlarda silahlı mücadele verilebileceğini savunmak ve silahlı mücadeleyi terk etmeye niyetlenince kitlelere yönelmek, kitlelerin silahlı mücadele veremeyeceğini, ayaklanamayacağını kabul etmek anlamına gelir. Bu bakış açısına göre sokak vurgusu ucu bir ayaklanmaya gidecek bir kitle seferberliğine değil, parlamenter mücadelede sonuç almayı mümkün kılacak bir baskı grubuna işaret eder. Sokak basınç yapar, sokağın devleti yönetenlerde yarattığı korkuyla parlamentoda sonuç alınır. Ama sokak bir kez bir özne değil de bir baskı grubu olarak kavrandığında aslında sokak eylemleri yoluyla hükümeti düşürmek, rejimi sarsmak, kurucu meclisi toplamak gibi fikirlerin hepsi karşı çıkılması gereken görüşler haline gelir.
Böylesi bir bakış açısına sahip olanlar tarafından kurulmuş, programından işleyişine kadar her yere bu bakış açısının sirayet ettiği HDP’nin Gezi’de yahut Sur’da elbette barikatları ve hendekleri sağlamlaştırmak için hareket etmesi (bazı bileşenleri Gezi barikatlarında olmuş olsa da) beklenemez. HDP’nin kendisi tüm bu başkaldırılarının hepsini kendi anladığı anlamdaki siyasal mücadele imkânlarını tıkayan gelişmeler olarak görmesi ve kendisine zemin açmak için bu gelişmelerin önünü kesmeye çalışması bu bakımdan tesadüf değildir.
HDP PROJESİNİN BAŞARILI OLMA İMKÂNI YOK
Bununla birlikte HDP’yi kuranlar Brezilya’dan Uruguay’a eski gerillacı hareketlerin hükümete kadar uzanan serüvenlerinden ilham almış olsa da HDP’nin içinde bulunduğu siyasi dinamiklerin böyle bir gelişmeye fırsat vermesi elbette mümkün değildir. Zira Latin Amerika’da gerillacılıktan hükümet başkanlığına giden yolların mümkün olması bir dizi koşula bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Koşullardan birincisi Latin Amerika ülkelerinde gerilla hareketlerinin çoğu zaman toprağa kök salmamış maceracı girişimlerle sınırlı kalması ve Kolombiya’daki FARC örneği dışında tümüyle ezilmiş olmasıdır. Türkiye’de ise devletin bu yönde sayısız girişimi olsa da tüm bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. Türkiye içinde asıl olarak gerillayı temel alan bir mücadele yürütmese de Ortadoğu’daki, özellikle de Rojava’daki gelişmeler akılda tutulduğunda PKK’nin yakın ya da orta vadede silah bırakacağını beklemek hayalciliktir. Hele hele Kandil bombalanırken, Kuzey Kürdistan’ın ilçelerini tanklar doldurmuşken böyle bir beklenti iki kere hayalciliktir.
İkincisi Latin Amerika ülkelerinde yasal parti girişimleri Türkiye’de olduğu gibi rejimin krizi derinleşirken değil, düzen güçleri kontrollü bir biçimde rejimi yumuşatırken sahneye çıktılar. Daha da önemlisi bu hareketlerden hiçbirisinin rejimi değiştirme gibi bir gündemi olmadı, Türkiye’de ise HDP’nin önüne koyduğu ve DTK’nın bildirgesinde “demokratik özerklik” ve “özyönetim” olarak tarif edilen mütevazı hedeflerin gerçekleşmesi için bile anayasanın esaslı biçimde değişmesi gerekiyor.
Üçüncüsü Latin Amerika’nın reformistleri kendilerini aşan bir kitle hareketi bulunmadığı zaman yükselişe geçmişlerdi. Arjantin ve Venezuela örneklerindeki kitle ayaklanmalarının önü ise gerillacılıktan legal partiye geçen sosyalistler tarafından değil Kirchner ve Chavez gibi zaten düzenin bir parçası olan güçlerin kurduğu sol partiler kesmişlerdi. Bugün Gezi’den Kobanê eylemlerine oradan Sur’a ilerleyen süreçte ise HDP herhangi bir kitle hareketine damga vuramadığı gibi her seferinde boyunu aşan ve kimsenin denetleyemediği kitle isyanlarıyla yüz yüzedir.
Bu koşullar altında HDP’nin kendisi hangi parlamentarist taleple siyasi mücadeleye atılırsa atılsın, kriz altında düzen güçlerinin saldırıları ve provokasyonlarıyla karşılaşacaktır. “Provokasyonlara gelmeyelim“ uyarılar ve atılacak geri adımları sonucu değiştirmeyecektir. Bu noktada Demirtaş’ın Ahmet Hakan’a ve Doğan Holding’e yaptığı “Geri adım atmanın sonu yok, sen geri adım attıkça onlar senin üzerine gelecekler” uyarısının HDP için de geçerli olduğunu hatırlamak gereklidir. İçinden geçtiğimiz rejim krizinde HDP ne yaparsa yapsın düzen güçleri, yazının başında açıklanan nedenlerden ötürü, HDP’ ye saldıracaklardır. Ancak HDP’nin bugün takındığı “provokasyonlara gelmeyelim” tutumunun hele hele HDP’nin oylarında bir artışa yol açtığı takdirde bu saldırıları azaltmak şöyle dursun, azdıracağını da söylemek gereklidir. Zira HDP arkasındaki oy desteği arttıkça rejim için daha büyük bir kriz dinamiği, Erdoğan için de daha büyük bir tehdit haline gelecek ama provokasyon endişesiyle eylemleri engellediği sürece kendini daha da savunmasız bırakacaktır.
SADECE REJİMİN DEĞİL SOLUN KRİZİNDEN DE SÖZ ETMELİ
O halde içinden geçtiğimiz dönemde sadece 12 Eylül Rejimi’nin krizinden söz etmek eksik bir tespit yapmak anlamına gelecektir. Zira aynı zamanda sol hareketin kendisi büyük bir kriz içinde bulunuyor.
Türkiye’de odağında HDP’nin durduğu sol, emekçi ve ezilenler için giderek güçlü bir çekim merkezi olmaktadır. Eş zamanlı olarak emekçilerin politizasyonu artmakta, Erdoğan’a olan nefretleri büyümektedir. Bu durum sadece Kuzey Kürdistan’ın sayılı ilçeleri için değil, Türkiye’nin sessiz görünen diğer kesimleri için de geçerlidir. Zira bugün Türkiye’nin batısında ve Kuzey Kürdistan’ın geniş kesimlerinde “yaprak kımıldamıyorsa” bunun sebebi emekçilerin sindirilmiş olması değil HDP’nin bugüne kadar ki emekçi ve ezilen hareketinin önünü tıkayan tutumudur. O halde yaşadığımız coğrafyadaki solun krizini şöyle özetlemek mümkündür: Erdoğan’ı tahtından edecek kitlesel bir emekçi seferberliği için tüm koşullar olgunlaşırken, sol içinde HDP’nin başını çektiği parlamentarist-legalist eğilimlerin bu hareket üzerindeki olumsuz ve frenleyici etkisi de artmaktadır.
SOLUN KRİZİ SADECE DEVRİMCİ BİR PARTİYLE ÇÖZÜMLENEBİLİR
Kuşkusuz HDP’nin içine girerek ya da dışarıdan ona muhtelif çağrılarda bulunarak HDP’nin bu yönelimini değiştirmek mümkün değildir. Zira HDP ile sınırlı olmayan bu sorun HDP’nin arızi olarak benimsediği kimi yanlış tutumlardan değil bizzat HDP’nin parlamentarist kuruluş mantığından kaynaklanmaktadır. Solun içinde bulunduğu kriz ancak rejimin krizine ve Erdoğan’ın saltanatına bir kitlesel emekçi seferberliği ile son vermeyi hedefleyen bir partinin kurulmasıyla çözülür. Kriz böylesi bir seferberliğe önderlik edecek komünist pusulaya sahip devrimci bir parti kurulduğu takdirde son bulacaktır. HDP’nin içinde kalarak yahut içine girerek böyle bir partiyi yaratma çabası akla ziyan bir girişim olduğu kadar, sol içindeki zaten bozuk olan örgüt anlayışının daha da çürümesine yol açacak böylelikle devrimci bir partinin kurulması yolunda yeni bir engel yaratacaktır.
Buna karşılık solun krizine HDP’nin dışında, onun frenleyici etkisini kıran bir devrimci parti kurarak son vermek; HDP’yi yok saymak, onun merkezinde olduğu rejim kriziyle ilgilenmemek, ona yönelik saldırıları umursamamak anlamına gelmez. Bilakis rejimin krizini temel alan bu krizin ancak kitlesel bir emekçi seferberliği ile ezilenlerin lehine çözülebileceğini savunan bir hatta ilerlemek gerekir. Komünistleri doktriner ve lafazan akımlardan ayıran en önemli noktalardan biri de budur. Söz konusu çizgiyi benimsemek aynı zamanda düzen güçlerinin tüm saldırıları karşısında HDP’nin yanında eylemli bir şekilde yer almak, mahallelerde Erdoğan’a karşı halk toplantıları, kitle etkinlikleri ve yürüyüşler düzenlemek için solun en geniş kesimlerine eylem birliği çağrısında bulunmak anlamına da gelir.
Böylesi çağrıların amacı bu türden eylem birliğine karşı olan kesimleri ikna etmek değil, devrimci güçler nezdinde kimin Erdoğan’a karşı kitlesel bir mücadele vermeye niyetli olup kimin olmadığını pratik olarak sergilemektir. Devrimci partiyi kurmak için KöZ’ün arkasında buluşan güçlerin bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da takipçisi olacakları tutumun özeti budur.