Türkiye’de Sendikaların Durumu

0
[Bu yazı Proleter Devrimci Köz gazetesinin Aralık 2006 tarihli 34. sayısında yayımlanmıştır.]

Türkiye’de sendikalar işkolu sendikalarının oluşturduğu konfederasyonlar şeklinde örgütlenmiştir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu memur statüsünde çalışan emekçilerle işçilerin aynı sendikada örgütlenmesini yasakladığı için birbirinden ayrı memur ve işçi sendikaları konfederasyonları oluşmuştur. Sendikalarda yönetici koltuklarının nimetleri nedeniyle parçalanmış memur ve işçi sendikaları rekabet içindedir.

Türkiye’de halihazırda üç büyük konfederasyon sırasıyla TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ’tir. Bu üç konfederasyonun en eskisi 1952 yılında kurulmuş TÜRK-İŞ’tir.

Türk-İş Sovyetler Birliği ile rekabetini sendikal alanda ABD adına sürdüren AFL’nin (Amerikan Emek Federasyonu) teşvikleriyle ve gözetimi altında kurulmuştur. Özellikle sendikanın kuruluşunun ilk on yılı boyunca Amerika’yı sık sık ziyaret eden Türk-İş üyeleri bu ziyaretleri sırasında bol bol eğitim gördüler. Sendikanın sosyalist ve devrimcilere karşı kampanyalarda başı çekmesinde bu eğitimin rolü büyüktü. Türk-İş 1980 darbesini ve sonrasında generallerin hazırladığı 12 Eylül Anayasasını  destekleyenler arasındaydı. Bu tutumu nedeniyle Türk-İş 12 Eylül döneminde kapatılmayan yegane sendika oldu. Kuruluşundan beri Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş’in Çalışma Bakanlığı’na bildirdiği rakamlara bakılırsa sendikanın 1 milyon küsur üyesi vardır.

Sık sık devlet ve hükümet yanlısı olarak görülüp ve eleştirilen Türk-İş’in alternatifi olarak gösterilen sendika genellikle DİSK’tir. 1967 yılında TÜRK-İŞ içindeki sosyal demokrat sendikacıların ayrılmasıyla kurulan DİSK 1960-1980 yılları boyunca sınıf mücadelesine TÜRK-İŞ’ten daha fazla vurgu yaptı. Döneme damgasını vuran belli başlı işçi eylemleri 15-16 Haziran, Profilo, Tariş asıl olarak Türk-İş’in değil DİSK’in örgütlü olduğu sendikaların müdahil olduğu eylemler oldu. Dahası Türk-İş’in aksine DİSK 12 Eylül’ün mağduruydu.

Ancak  tüm bunlara bakıp DİSK’in Türk-İş’ten daha az devletçi ya da daha devrimci olduğu sonucuna varmak yanıltıcı olar. DİSK’in adının başında devrimci sözcüğünün ne anlama geldiği sendikanın kuruluş bildirgesinde şöyle açıklanıyordu: “İşte biz, devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukarıdan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamında alıyoruz. Devrimcilik, hepimizin mülk sahibi olmasını ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağı sağlayacağı için bizim sendikacılık çalışmalarımızın özünü kapsayacaktır.”

Benzer şekilde Türkiye’deki en büyük işçi ayaklanması olan 15-16 Haziran eylemleri sırasında DİSK Başkanı Kemal Türkler işçilere şöyle sesleniyordu: “Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramızda çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusu’nun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.”

DİSK de tıpkı Türk-İş gibi 12 Mart 1971’deki askeri darbeyi destekledi. Yine 1974 yılında Türk birlikleri Kıbrıs’ı işgal ederken DİSK bir bildiri yayımlayarak üyesi olan işçileri devletin savaş fonuna asgari bir yevmiye ile katılmaya çağırdı. Eş zamanlı olarak tüm emekçiler bir saat fazla çalışmaya, böylelikle savaş fonuna katkıda bulunmaya çağrılıyordu. Nihayet grevlerin anlaşmayla sonuçlandırılması da DİSK’in talepleri arasındaydı.

Sendikanın 12 Eylül sonrasında binlerce DİSK üyesi yargılandı, mal varlığı gasp edildi. DİSK faaliyetine ancak 1991 yılında yeniden başlayabildi. DİSK’in bugün TÜRK-İŞ’ten 12 Eylül öncesindeki kadar bile farkı kalmamıştır. DİSK’in çalışma bakanlığına bildirdiği rakamlara göre yaklaşık 393 bin üyesi vardır.

İşçi sınıfı içerisinde örgütlenen üçüncü sendika HAK-İŞ’tir. 1976 yılında islamcı akımların desteklediği parti olan MSP’nin kurdurduğu, özellikle Anadolu’daki geleneksel iş kollarını kapsayan bir sendikadır. 12 Eylül öncesinde MSP’nin iktidarda olduğu dönemde örgütsel olarak gelişen, islami sendikacılık anlayışına bağlı olarak güçlenen bu sendika, 12 Eylül kendi önüne ciddi engeller çıkarmamış olsa da, darbe sonrasında MSP’ye konan bir siyasal yasak nedeniyle ciddi bir boşluğa düştü. Ancak 80’lerin sonunda islamcı partilerin tekrar yükselişe geçmesiyle birlikte özellike İç Anadolu bölgesinde örgütlenme çalışmalarını sürdürerek  üye sayısı bakımından DİSK’e yaklaştı. Ancak Hak-İş’in örgütlenme çalışması yürüttüğü bu kesim eskisinden farklı olarak geleneksel sektörleri değil, Türkiye’deki imalat sektörünün motoru olmaları nedeniyle, «Anadolu Kaplanları» adını alan orta ölçekli işletmelerdi.

Memur sendikaları da belli başlı üç konfederasyona bölünmüştür. Bunların içinde KESK 1980’li yıllarda sendikal hakları elinden alınan devlet memurlarının sendikalılaşma mücadelesi sonucunda doğmuştur. KESK 12 Eylül ertesinde sosyalistlerin en etkin ve belirleyici rol oynadığı sendikadır. Doksanların ortasında devlet kamu emekçilerine yönelik sendikal yasakların kaldırılması yönünde adımlar atmaya başlayınca KESK’i devreden çıkarmak için daha rahat anlaşabileceği sendikalar kurdurmayı tercih etti. Bunlardan bir tanesi Hak-İş’in kamu çalışanları düzeyindeki simetriği Memur-Sen’di. Ancak Memur-Sen’in islami partilere yakınlaşmasının hakim burjuva blok içinde yarattığı huzursuzluklar nedeniyle kendini devletçilikle tanımlayan bir üçüncü sendika, Türkiye Kamu-Sen daha kuruldu. Bugün her üç sendikanın da üye sayıları birbirine yakındır.

Kuşkusuz sözünü ettiğimiz sendikal konfederasyonlar arasında politik ayrımlar mevcuttur. Bu konfederasyonlardan kimileri diğerlerinden daha sağcı kimileriyse diğerlerinden daha solcudur. Ancak sendikalar arasındaki bu politik ayrımlar kimi sendikaların diğerlerinden daha devrimci olduğu yanılsamasına yol açmamalıdır. Sol ve sağ bu sendikaların burjuvazinin uşaklığını liberal ya da sosyal demokrat bir tarzda yapan burjuva partilerine yakın durduğunu belirtir.

Sendikaların Ortak Özellikleri

 Türkiye’de varolan sendikalarının tümünün ortak özelliği tabanın denetiminden yoksun, tepesinde asalak bir kastın bulunduğu bürokratik örgütlenmeler olmalarıdır. 12 Eylül sonrasında yaygınlaştırılarak uygulanan check-off sistemi uyarınca aidat alınması  bu durumu pekiştirmiştir. Check-off sistemine göre sendikalar artık aidatlarını üyeleri olan işçilerden değil, her ay maaşlardan aidat oranında kesinti yapan kapitalistlerden almaktadırlar. Kısacası sendikaların maddi olarak ayakta durmaları için bile işçilerle ilişkiye geçmesine gerek kalmamıştır.

Tüm bürokratik örgütlenmelerde olduğu gibi Türkiye’deki sendikalarda da, sendikal yapıyı paramparça ederek yepyeni ve bütünüyle bugünkünden farklı temellere dayanan bir sendikal örgütlenme oluşturmadan, varolan sendikaları tabandan uygulanan basınçla dönüştürmek; sendikalarda köşe başlarını tutmuş asalakları def etmek mümkün değildir. Ancak Türkiye’de bu hülyaya kapılan pek çok devrimci akım mevcuttur. Bu akımlar devrimci kalmak istedikleri sürece sendikalardan dışlanmakta, sendikalarda mevziler ele geçirdikleri oranda ise devrimcilikten uzaklaşmaktadırlar.

Türkiye’de hem devrimci siyasal bir çizgi izleyip hem de sendikalarda önemli bir etkiye sahip siyasi akımların bulunmaması sol akımların sendikalardan bütünüyle uzak durduğu anlamına gelmez. Bilakis sendikalarda kayda değer bir etkiye sahip sosyalist akımlar da mevcuttur. Ancak reformist-legal partilerden troçkist mezheplere uzanan bu akımların sahip oldukları “etki” sendika bürokrasisiyle çatışarak değil uzlaşarak, onu huzursuz etmeyen bir siyasi çizgi benimsenerek kazanılmıştır.

Türkiye’deki sendikalar, dünyanın pek çok yerindeki sendikalar gibi kan kaybediyorlar. Sendikaların üye sayısını anlamak için izlenebilecek bir yöntem sendikaların Çalışma Bakanlığı’na yaptıkları üye beyanlarına bakmak olabilir. Buna göre Temmuz 2006’da beş milyon işçiden üç milyonu sendikalıdır. Ancak bu bilgi tümüyle yanıltıcıdır. Zira ne çalışanların sayısı sadece kayıtlı işçilerden oluşmaktadır ne de sendikaların üyeleri hakkında bilgiler doğrudur.

Yevmiyeli işçiler de dahil edildiğinde Türkiye’deki toplam ücretli emekçi sayısı yaklaşık on iki milyondur. Bu sayıya işsizler, ücretsiz aile işçileri, ev hanımı olarak görünmelerine karşın atölyelerden parçabaşı iş alan kadınlar dahil değildir.

Sendika üyelerinin sayısına gelince bu alanda bir danışıklı döğüş söz konusudur. Türkiye’de sendikalar toplu sözleşme imzalayabilmek için örgütlendikleri iş kolunda işçilerin en az yüzde onunu örgütlemek zorunda olduklarından üye sayılarını şişirmektedirler. Çalışma Bakanlığı bu durumun farkında olsa bile Türkiye’deki sendikalılaşma oranlarını AB üyesi ülkelerdeki sendikalaşma oranına yakın gösterme kaygısıyla bu abartmaya göz yummaktadır.

Kaldı ki her ne kadar adları sendika olsa da kamu emekçilerinin örgütlenmelerini sendika olarak kabul etmek de doğru olmaz. Zira sözü edilen sendikaların, geçelim grev hakkını, toplu sözleşme yapma hakkı bile yoktur. Bu sendikalar, yüzde 10 barajını geçtikleri koşullar altında, hükümet temsilcileriyle toplu görüşmelere katılabilmekte ve her türlü pazarlık hakkından yoksun bir danışma örgütü işlevini üstlenmektedirler.

Türkiye’deki sendikalı işçilerin gerçek oranını tespit etmek için izlenmesi gereken yöntem toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin sayısının, işçi sayısına ilişkin görece daha gerçekçi tahminler yapan, hane halkı işgücü istatistiklerindeki toplam ücretli sayısının çalışan nüfusa oranlanmasıdır. Bu oranlara bakıldığı zaman sadece Türkiye’deki ücretli emeğin çok küçük bir bölümünün sendikalı olduğu değil aynı zamanda sendikaların yıllardır üye kaybettiği de anlaşılır. 1988 yılında ücretli işçilerin yüzde yirmi ikisi sendikalıyken 1998 yılında bu oran yarı yarıya azalmış şimdilerde ise yüzde 8-9 civarına kadar düşmüştür.

                  

Tablo 1. Türkiye’de 1988-1998 arası Sendikalaşma Oranları

 

1988 yılında yaklaşık yedi milyon kişinden oluşan ücretli işgücü 2004 yılına gelince yaklaşık dört milyon işçinin katılımıyla 11 milyonu bulmuş ama bu süre içerisinde toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin sayısı yaklaşık altı yüzbin kişi azalarak bir milyon altı yüz binden bir milyona düşmüştür.

Varolan Sendikalar Üyelerinin Ekonomik Çıkarlarını Koruyamıyor

Sendika bürokrasisinin sendikalarda devrimci siyaset yapmak isteyenlerin önünü kesmek için kullandığı temel mazeret sendikaların siyasal değil ekonomik çıkar örgütlenmeleri olduğu, sendikaların asıl olarak işçilerin yaşam koşullarını düzeltmekle ilgilenmesi gerektiğidir.

Ancak 1977 yılından bugüne reel ücretlere baktığımız zaman sendikaların bu alanda da başarısız olduğunu görüyoruz. Türkiye’de son otuz yıl içerisinde reel ücretler artmak şöyle dursun yüzde 14 azalmıştır. Benzer bir durumu imalat sanayiindeki ücretli emeğin yaratılan katma değerdeki payına baktığımızda da gözlemek mümkün. 1960-1980 yılları arasında yüzde otuzların üzerinde seyreden hatta 1979’de yüzde 38’e çıkan bu oran, 1980 yılından beri yarı yarıya azalmış yüzde on altılara düşmüştür.

 

                Grafik 1. Emek Verimliliği ve Reel Ücretler

Daha çarpıcı bir durum son yıllarda sendikalı işçilerle kayıtlı fakat sendikasız işçilerin durumu kıyaslandığı zaman ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu iki işçi grubu arasında hala önemli gelir farklılıkları vardır. 1998 yılında sendikalı işçilerin saatlik gerçek ücreti sendikasızların iki katıydı. Ancak sendikalı işçilerin ücretleri bu süre içerisinde yüzde 13 azalırken sendikasızların ücretleri ise yüzde beş arttı. Sendikaların kendi üyelerinin ekonomik durumlarını sendikasız işçilere kıyasla bile koruyamaması, sendikasızlaşmanın temel açıklaması olmasa da sendikasız işçilerin halihazırdaki sendikalarda örgütlenmedeki isteksizliğini anlamak bakımından önemli bir veri olarak kabul edilmelidir.

Sendikalar aynı zamanda ücretten daha önemli olan işgüvencesini korumada da başarısız oldular. Sendikalar özelleştirmeleri ve sonrasında yaşanan sendikasızlaştırma ve işten çıkarma saldırılarını da engelleyemediler. Sendikaların üye sayısındaki azalmanın başlıca nedenlerinden biri de zaten bu saldırılar karşısındaki başarısızlıktır.

Sendikaların ücret sendikacılığı yapmaktaki bu başarısızlığında elbette 12 Eylül darbesinin belirleyici bir rolü vardır. Ancak sendikaların asıl üye kayıplarının 12 Eylül sonrasında sendikal yasakların kalktığı dönemde yaşandığı da unutulmamalıdır. Bugün özel imalat sanayiindeki işçilerin reel ücretlerinin sendikal yasaklarının giderek ortadan kalktığı, işçi eylemlerinin yaygınlaştığı 1989 yılının altında olduğu da akılda tutulmalıdır. Askeri darbe kuşkusuz işçi örgütlenmelerinin elinden çok şey almıştır. Ancak bu yasakların kalkmasından sonra sendikalar hiçbir şey kazanamamışlar, hatta o dönemki reel ücretlerinin biraz daha azına razı olmak zorunda kalmışlardır.

Tarihsel Olarak Devrimci Rolü Oynayan Hep Büyük İşletmelerde Çalışanlar Değil Mi?

Sınıf mücadeleleri tarihinin büyük işletmelerde çalışan işçilerin başı çektiği başkaldırılarla, ayaklanmalarla dolu olduğu doğrudur. Bunların en çok bilinip anılanı elbette Ekim Devrimi’dir. St. Petersburg’daki büyük metal işletmelerindeki işçilerin aktif katılımı olmadan Ekim Devrimi’nin bolşeviklerin önderliğinde zafere ulaşması pek güç olurdu.

Benzer şekilde özellikle birinci paylaşım savaşının ertesinde kıta Avrupasında gerçekleşen devrimci eylemlerin tümünde büyük fabrika işçileri başı çektiler. Aynı dönemde Amerika’da büyük fabrikalarda çalışan işçiler kıtadaki en militan ve devrimci hareketlerden biri olan IWW’ye (Dünya Sanayi İşçileri) hayat verdiler.

Büyük fabrikalardaki işçiler bu topraklarda gerçekleşmiş en büyük işçi ayaklanmasının öznesi oldular. 1971 yılının 15 ve 16 Haziranı’nda Türkiye’nin sanayisinin kalbini oluşturan İstanbul-Gebze bölgesindeki işçiler ayaklandılar. Ayaklanmadaki işçilerin büyük bir bölümü Türkiye’nin, ithal ikameci birikim rejimi çerçevesinde yeni serpilen, sanayi işletmelerinde, büyük fabrikalarda çalışıyorlardı.

Büyük fabrikalardaki militan işçi hareketleri sadece geçmişte kalmış değildir. Sermaye birikiminin en yoğun olarak yaşandığı Çin’de büyük fabrikalarda çalışan işçilerin militan eylemleri burjuva basınına pek seyrek yansısa da önümüzdeki dönemde Asya’yı sarsacak devrimci eylemlerin habercisi olarak kabul edilmelidir.

Buna karşılık tüm bu verilerden yola çıkarak tarihsel olarak devrimci rolü oynayan işçilerin hep büyük işletmelerde çalışan işçiler olduğunu söylemek büyük bir yanlış olur. Zira tarihte proletarya diktatörlüğünün ilk örneğini veren Parisli komünarlar arasında büyük fabrika işçileri ayaklananların küçük bir azınlığını oluşturuyordu. Benzer bir durum 1830’da ayaklanan Lyonlu dokumacı işçileri için de geçerlidir.

Bugüne geldiğimizde 2005 yılında Fransa’nın varoşlarını tutuşturanlar büyük işletmelerdeki işçiler değil Fransa’da işçi sınıfının en çok ezilen ve çoğu zaman işçiden bile sayılmayan kesimleriydi. Yine 2006 1 Mayıs’ında iş bırakarak alanları dolduran işçiler de büyük fabrikalarda çalışan işçiler değil genelde Amerikalı sosyalistler tarafından türlü bahanelerle örgütlenmeye müsait olarak görülmeyen sendikasız sigortasız Meksikalı işçilerdi.

Yaşadığımız topraklara gelince doksanların başından beri görülen en militan işçi eylemleri varoşlarda patlak verdi. Doksanların ortasında eş zamanlı olarak Gazi Mahallesi ve Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’nde meydana gelen Gazi Ayaklanması bu hareketlenmenin ulaştığı en üst düzey oldu. Doksanlı yılların en militan iki 1 Mayısı olan 1 Mayıs 1995 ve 1 Mayıs 1996 da varoşlardan esen bu rüzgardan besleniyordu. Varoşlardan esen rüzgar şimdilik dinginleşmiş olsa da işçi hareketindeki yeni patlamaların sınıfın bu kesiminden gelmesi sadece mümkün değil aynı zaman da muhtemeldir.

Benzer şekilde, geride bıraktığımız on yılda Türkiye’nin büyük şehirlerinde en militan işçi eylemlerini düzenleyenler Kürt göçmenleri oldu. Her yıl Türkiye’nin metropollerinde görkemli kalabalıklar tarafından kutlanan Newroz Bayramı’nda alanlara sığmayan yığınlar Kürt göçmen işçilerinden başkaları değildir.

Bu durum sadece Türkiye için değil Kürdistan için de geçerlidir. Doksanların başından beri aralıklı bir şekilde patlak veren serhıldanların asıl öznesi elbette Kürdistan’ın işçi sınıfıdır. Ama sayısı yüz binleri bulan kalabalıkların içinde yer alan işçilerin arasında büyük işletmelerde çalışanların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.

O halde büyük işletmelerdeki işçilerin devrimcilikle bir ilgisinin kalmadığını ileri sürmek kadar kategorik olarak bütün devrimci eylemlerin başını büyük fabrikalarda çalışan işçilerin çektiğini söylemek de yanlıştır.

KöZ Nerede Çalışmayı Tercih Etti?

Komünistler işçi sınıfının hangi kesimleri arasında çalışmaya öncelik vereceklerini KöZ’ün ilk sayısından beri net bir biçimde ifade etmişlerdir. Varoşlarda, işçi sınıfının en ayrıcalıksız kesimleri arasında çalışma yürütüyoruz.

“Varoşlarda çalışma yürütmek” kendi başına hayli soyut bir ifade. Bu ifadeyi somutlamak gerekli. Varoşlarda çalışmak bir çok faaliyetin iç içe geçtiği bir kod olarak anlaşılmalı. Varoşlar işçi sınıfının ezici çoğunluğunun yaşadıkları mahalleler, semtler anlamına geliyor. Bu bakımdan, söz konusu yerleşim birimlerinde gündelik yaşamda karşılaşılan tüm sorunlar varoşlarda yürüttüğümüz çalışmanın kapsama alanına giriyor.  Bekarevlerinin sağlık koşulları, eğitim olanaklarından mahrumiyet, çeteleşme ve yozlaşma bu sorunların belli başlıları. Emekçilerin bu sorunlar karşısında örgütlenme girişimlerine destek vermek ve önderlik etmeye çalışmak varoşlarda yürütülen çalışmanın bir ayağı. Komünistler olarak bu doğrultuda kitle örgütlerinde çalışmalar yürütüyoruz.

Yine gündelik yaşamla ilgili fakat ayrı bir başlık olarak ele alınmayı hak eden bir diğer sorunlar kümesi ise tüketim alanında. Artan hayat pahalılığının en çok ezdiği kesimler varoşlarda yaşıyor. Bu kesimlerin emek gücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarının en ucuz bir biçimde karşılanmasını amaçlayan tüketim kooperatifleri varoşlardaki çalışmanın bir diğer boyutunu oluşturuyor.

Nihayetinde varoşlar sadece işçi sınıfının yaşadığı alanlar değil, daha da önemlisi işçi sınıfının ayrıcalıksız kesimlerinin çalıştıkları alanlar. İşçi sınıfının bu kesimlerinin sendikal anlamda örgütlenmesi de varoşlarda yürütülmesi gereken faaliyetin kapsama alanına giriyor. Konfeksiyon İşçileri Bülteni, Deri İşçileri Derneği, Kundura İşçileri Derneği faaliyetlerimiz bu tür çalışmalara örnek.

Varoşlarda işçi sınıfının en çok ezilen kesimleri arasında çalışma yürütmekten söz ederken bu üç alanda tarif ettiğimiz çalışmaları büyütmeyi hedefliyoruz. Üstelik enerjimizi kendi başımıza kalsak bile yürütmekte kararlı olduğumuz bu çalışmalara harcamakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda varoşlarda işçi sınıfı içinde çalışmayı hedefleyen kurumların faaliyetleri arasında bir koordinasyon yaratmak için uğraşıyoruz

KöZ’ün önüne öncelikle işçi sınıfının varoşlarda yaşayan ayrıcalıksız kesimlerini örgütleme görevini koyması çoğu kez çarpıtıldığı için, herşeyden önce KöZ’ün bu tercihi hangi nedenlerden ötürü yapmadığını açıklığa kavuşturmak gerekli.

KöZ’ün ayrıcalıksız işçiler içinde çalışmayı hedeflemesinin nedeni bu kesimlerin göreli ve mutlak olarak içinde bulundukları mahrumiyet değildir.

İşçi sınıfının göreli olarak daha yoksul kesimlerinin daha devrimci olacağına ilişkin bir genelleme yapmak doğru değildir. Zira daha iyi koşullarda çalışan işçilerin daha ayrıcalıksız koşullarda çalışan işçilerden daha siyasal ve devrimci eylemlerde bulunabileceğine tarihten örnek mümkündür. Bunlardan birisine Lenin 1917 Devrimi öncesinde 1905 Devrimi’ne dair verdiği konferansta metal işçileriyle tekstil işçilerini karşılaştırırken değinmiştir. İşçilerin militanlığını belirleyen büyük ya da küçük işletmelerde üretim sürecinde alınan terbiye değil sınıf mücadelesidir.

Yaşadığımız topraklarda daha önce değindiğimiz 15-16 Haziran ayaklanmasında da bu durumun bir örneğiyle karşılaştık. Ayaklananlar o dönemde sınıfın en fazla mahrumiyet içinde olan ve en çok ezilen kesimlerini oluşturmuyorlardı.

Komünistler işçi sınıfının hangi kesimleri arasında çalışacağına teorik araştırmaların, sosyolojik tahlillerin sonunda karar vermezler, vermeyecekler.

Herşeyden önce bugün sözüm ona ortodoks marksist kesilerek Kapital’i, Artı-Değer teorilerini inceleyerek işçi sınıfının hangi kesimleri arasında çalışılması gerektiğini bulmaya çalışanlara inat ne Marx ne Engels ne de Lenin bu konuda yerden, zamandan ve koşullardan bağımsız bir reçete sunmuşlardır.

Sınıfın hangi kesimi içinde çalışmak gerektiğine üzerinde mücadele edilen coğrafyanın sınıflar mücadelesinin somut durumun somut incelenmesinden yola çıkarak karar verilebilir. Somut durumun somut tahlili ise böyle bir çalışmayı yürütecek olanların öznel durumundan bağımsız yapılamaz. Bilakis esas olarak komünistlerin politik olanak ve ihtiyaçlarını gözetmelidir..

O halde “Neden Varoşlar?” sorusunu yanıtlamak için öncelikle KöZ’ün arkasında duran komünistlerin hedeflerini hatırlamak ve içinde bulundukları somut koşulları tarif etmek gerekiyor.

Tercihin Arkasında Hangi Temel Kaygılar Yatıyor?

“İşçilerin Birliği’nden Önce Komünistlerin Birliği” şiarını benimseyen KöZ’ün bugün asıl hedefi işçi sınıfına önderlik edecek bir komünist partiyi yaratmak. KöZ bu görevin sosyalist hareket içindeki hali hazırdaki devrimci güçleri yok sayarak işçi sınıfını “sıfırdan örgütlemekle” mümkün olmayacağının farkında. Aksine sosyalist hareket içerisindeki devrimci ve reformist güçleri birbirinden ayırmak gerektiğinin bilincindeyiz; bu hedefle uyumlu bir hatta mücadele ediyoruz.

Sosyalist hareketin içindeki devrimci öğeleri ayrıştırmak sol akımlara hakim olan oportünist eğilimlere  karşı mücadele etmeden mümkün değildir. Ancak oportünist akımlara karşı cepheden bir mücadeleye girişenler,  oportünizmle ayrım çizgilerini açık seçik ve kalınca çizen bir akım tarafından başarılabilir. Kendini oportünist akımlardan ayırt etmeden yükseltilecek bir birlik çağrısının şu ya da bu tasfiyeci birlik çağrısına eklemlenmesi içten bile değildir.

Oportünizm karşısında çizilmesi gereken ayrım çizgileri elbette ideolojik bir düzlem de içerse asıl olarak kitleler içinde verilecek bir politik mücadeleyi gerektirir.

Aslına bakılırsa, yeni bir paylaşım savaşına doğru hızla yol alan dünyamızda, oportünizmin kendini belli ettiği temel sorunlar birinci paylaşım savaşı öncesindeki dönemle büyük benzerlikler göstermektedir: anti-emperyalizm maskeli sosyal-şovenizm, haksız savaşlar karşısında pasifist tutum, yasalcılık ve devrimci örgüt düşmanlığı.

Oportünizme  karşı mücadele etmek isteyen akımlar içinde çalışma yürüttükleri kitlelere sosyal-şovenizm karşısında ezilen uluslara özgürlük talebini, pasifizm karşısında bozgunculuğu, yasalcılık karşısında da devrimci örgütün meşruluğunu ve zorunluluğunu savunmak zorundadırlar.

Bu bakımdan komünistlerin birliği için mücadele verenler içinde çalışma yürütecekleri alanı seçerken çalışmanın sürekliliğini sağlamak için oportünizme karşı oto sansür uygulamayacakları, ajitasyon ve propagandalarını özgürce yürütebilecekleri bir zemini çekmek zorundadırlar.

Komünistlerin parti birliği için mücadele edenler bu amaçlarına ulaşmak için sadece oportünistlere karşı ısrarlı bir mücadele hattının takipçisi olmakla yetinemezler. Aynı zamanda devrimci bir partinin inşasında sorumluluk alması gereken devrimci güçlere seslenmek zorundadırlar. Bu nedenle çalışma yürütecekleri alanlarda sosyalist hareketin devrimci ve diri güçlerinin, yani verdikleri parti mücadelesinin asıl nesnesinin, bulunmasına dikkat ederler. Bu da komünistlerin göz önünde tuttukları ikinci kriterdir.

Büyük İşletmelerdeki Sendikalar Neden Elverişli Değil?

Bu iki kaygıyı akılda tutarak sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumun, sunduğu fırsatların ve komünistlerin sahip oldukları kapasitenin ve yüzyüze bulundukları kısıtlamaların somut tahlilini yapanların içinden geçtiğimiz dönemde öncelikle sınıfın hangi kesimleri içinde çalışmak gerektiğini görmesi mümkündür.

Sendikalı büyük işletmeler bu kaygılar doğrultusunda gerçekleştirilecek bir mücadelenin en elverişli alanı değildir. Bu işletmeler oportünistlerin en örgütlü oldukları ve devrimci siyaseti en rahat sansürleyebildikleri alanlardır. Herşeyden önce bu işletmelerde çalışmak bir ayrıcalık olduğundan söz konusu fabrikalara girebilmek için genellikle  bir güvenlik soruşturmasından geçmek gerekmektedir. Politik bir nedenle devletle başı belaya girmiş bir işçinin bu işletmelerde iş bulabilmesi mümkün değildir.  Aynı mekanizma Kürdistan’dan göçmen olarak gelmiş işçilerin de bu fabrikalarda çalışmasını da engeller. Dahası yaşadığımız topraklardaki oportünizmin kendini belli ettiği en hassas sorunlar olan  Kürt sorunu, savaş ve F-tipi hücreler sorununda düzeni ürkütecek en ufak bir adım atmanın cezası sendikadan ihraç ya da işten atılmadır.

Kuşkusuz bu durum toplumsal yasaların kaçınılmaz bir sonucu değildir. Farklı koşullar altında sendikalar sınıf mücadelesinin mevzileri de olabilirdi. Bu topraklarda sendikaların tümüyle reformistlerin elinde olması bir yandan Türkiye’de sendikalaşmanın asıl olarak sınıf mücadelesinin sonucunda değil devlet güdümlü sendika memurları aracılığıyla gerçekleşmesiyle bağlantılıdır. Diğer yandansa devrimci hareketin 12 Eylül sınavından başarısızlıkla çıkmasıyla ilgilidir. 12 Eylül yenilgisi olarak devrimcilerin ellerindeki tüm sendikal mevzileri yitirmelerine yola açmıştır.

Bu tarihsel politik nedenlerden ötürü büyük işletmelerde çalışma yürüten sosyalistlerin neredeyse tümü oportünist bir siyasal hattı benimseyenlerden oluşmaktadır. Hem devrimci bir politik faaliyet yürütüp hem de büyük işletmelerdeki sendikalarda önemli mevziler etmiş bir akım yoktur. Sendikalarda ancak burjuvazinin geçici rüşvetlerini kabul edip suya sabuna dokunmayan akımlar siyaset yapabilmektedir. Bu bakımdan hem devrimci olup hem de öncelikli olarak sendikalı büyük işletmelerde örgütlenmek görevini önüne koyan akımlar bir ikilem içinde kalmaktadır: Devrimci siyaseti terk edip sendikalarda koltuk sahibi olmak ya da devrimcilikte ısrar edip umutsuzca sendikaların kapılarını dövmek. Sendikalarda güçlenmek ve sendika bürokratlarıyla uzlaşmak adına elindeki tüm devrimci birikimi tasfiye etmiş TDKP-EMEP çizgisi birinci tercihe bir örnektir. Sürekli sendikalara girmenin propagandasını yapmasına karşın sendikalara bir türlü giremeyen buna karşılık devrimci bir zeminde yürüdüğü oranda paradoksal bir biçimde varoşlarda güçlenen Kızıl Bayraktır.

Kuşkusuz bu somut saptamalar karşısında sözüm ona leninist bir tutum benimseyerek “en geri işçi sendikalarında bile çalışmanın gerekli olduğunu” hatırlatanlar çıkabilir.

“Şüphemiz olmasın ki, oportünizmin “liderleri” olan baylar, sendikaların kapısını devrimcilere kapamak için, onları her çareye başvurarak sendikalarda safdışı edebilmek için, komünistlerin sendikalarda çalışmalarını mümkün olduğu kadar tatsız hale getirebilmek için, onları hakaretlere uğratmak, rahatsız etmek ve baskı altında tutmak için, burjuva diplomasisinin bütün manevralarına başvuracaklar, burjuva hükümetlerin, papazların, polisin, mahkemelerin yardımını bu yolda sağlamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Sendikalara girebilmek, sendikalar içinde kalabilmek ve her ne pahasına olursa olsun devrimci eylemi bu örgütler içinde yürütebilmek için bütün bunlara göğüs vermek gerekir, her türlü fedakarlığa razı olmak, (eğer gerekirse) savaş hilelerine başvurmak, gizli eylem yöntemlerini uygulamak gerekir.” (SolKomünizm, Lenin)

Bu saptamalar kuşkusuz doğrudur. Proleter devrimin zaferi için en gerici işçi örgütlerinde bile çalışmak gereklidir. Gerici işçi örgütlerinde çalışmayı reddenler komünist değil lafazan olarak adlandırılmalıdır. Ancak gerici işçi örgütlerinde çalışmak bahanesiyle sınıfın siyasal mücadeleye en açık kesimleri arasında çalışmaktan kaçanların en az lafazanlar kadar tehlikeli oportünistler olduğunu unutmamak gerekir. Zira bu türden oportünistler de tıpkı  sol gevezelikler sebat gerektiren devrimci mücadeleden kaçan sol komünistler gibi sendikalarda çalışmak lazım gevezelikleriyle aslında devrimci bir siyasal yürütmekten kaçmaktadırlar. Sendikalarda mevziler tutmak lazım diye Kürt sorununa, F-Tiplerine, emperyalist savaşa ilişkin kendilerine otosansür uygulayan oportünistler Lenin’in yukarıdaki sözlerini varoşlardaki devrimci çalışmadan kaçmanın bahanesi olarak kullanmaktadırlar.

Bugün “sendikalarda çalışmak lazım” tekerlemesini ağızlarına sakız edenlerin samimi olup olmadıklarını anlamak için sorulması gereken soru son derece yalındır: “Bu kesimler, çalışmalarının merkezine koydukları sendiklarda devrimci bir siyasal hat izliyor mu izlemiyor mu? Kendi propagandası ve ajitasyonunu özgürce yapıyor mu yapmıyor mu?” Bu soruları hayır diye yanıtlayanlar tereddütsüz bir biçimde oportünist olarak adlandırılmalıdırlar.

Varoşlar Devrimci Siyaset İçin Neden Elverişli?

Buna karşılık varoşlar komünistlerin önlerine koydukları politik görevleri yerine getirmek için çok daha elverişli bir zemin sunmaktadır. Solcu lafazanların varoşlardan uzak durmasının temel nedeni de burada gizlidir.

Varoşlar herşeyden önce oportünistlerin denetiminin çok daha az olduğu alanlardır. Oportünist akımların maddi temeli, Lenin tarafından da sık sık belirtildiği gibi işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimleridir. Doğal olarak sınıfın en ayrıcalıksız kesimleri arasında oportünistlerin etki alanı çok daha sınırlı olacaktır.

Varoşlarda oportünistlerin etki alanının zayıf olmasının bir diğer nedeni varoşların öteden beri devlet terörünün yoğunlaştığı alanlar olmasıdır. Devlet yıllardan beridir kent merkezlerinde siyaset yapanlara, dernekler, sendikalar, gazete büroları kültür merkezleri açanlara hoşgörüyle yaklaşmış ama varoşlarda yürütülen en mütevazi kitle örgütlerini dağıtmak için fırsat kollamış, bu yolda sadece hukuksal yaptırımlar değil fiziksel şiddet uygulamaktan kaçınmamıştır. Devletle ve burjuvaziyle çatışmaktan çok pazarlık edip uzlaşmaya meyilli olan oportünist siyasetler bu nedenle tekin bulmadıkları varoşlara yanaşmazlar.

Kuşkusuz tüm bunlar varoşlara oportünistlerin sızamayacağı anlamına gelmemeli. Bilakis 2004 yılındaki NATO eylemlerinden beri KöZ yeni bir tasfiyecilik dönemine girdiğimizi, içinden geçtiğimiz dönemde tasfiyeciliğin zeminin varoşlar olacağını söylemişti. İçinden geçtiğimiz dönemde AB’ye giriş süreci nedeniyle tazelenen demokrasi makyajı demokratikleşme saldırısının hedefini daraltmış; devlet terörü devrimci politik faaliyet yürüten örgütler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun dışında yine AB’nin varoşlardaki toplumsal patlamaları kontrol alma amacıyla fonlar dağıtması, bu rüşvetten nasiplenmek isteyen her boydan burjuva sosyalistinin varoşlara yönelmesine zemin hazırlamıştır.

Ancak oportünistlerin sendikalardaki denetimiyle oportünistlerin varoşlardaki etkisi elbette karşılaştırılamaz. Yükselen tasfiyeci dalgaya karşın, devrimci bir siyasal mücadele vermekte ısrarcı olanlar ezici bir çoğunlukla varoşlarda bulunmaktadır. Bu birikim zaman içinde aşınmaya, yozlaşmaya yüz tutsa da, varoşlardaki devrimci yapılar rekabetçi bir biçimde parçalanarak zayıflasa da yaşadığımız topraklardaki devrimci birikimin nabzı varoşlarda atmaktadır. Varoşlar sadece oportünistlerin en güçsüz olduğu değil aynı zamanda devrimcilerin en yoğun olarak bulunduğu alanlardır.

Varoşları en az bu nedenler kadar önemli kılan bir başka etmen de proletaryanın devrimci politikaya en açık kesimlerinin, Kürt göçmen işçilerinin, yine varoşlarda ikamet etmesidir. Bu nedeni pek çoklarının sandığı gibi bu kesimlerin sefaleti değil sahip oldukları mücadele deneyimidir. Sözü edilen Kürt göçmen işçilerinin her birisinin ailesinde en az bir kişi Kürdistan’ın bağımsızlık mücadelesine katılmış bu uğurda dağa çıkmış, serhıldanlara katılmış, hapis yatmış, baskı ve işkence görmüştür. Bu bakımdan batıdaki metropollerin bu yeni proletaryası sınıfın geri kalanına kıyasla devrimci siyaset daha açık, devlet hakkında daha bilinçli, dahası örgütlü mücadele konusunda daha deneyimlidir.

Nihayetinde varoşlar aynı zamanda, sadece sınıfın ayrıcalıksız kesimlerini değil ayrıcalıklı kesimlerini örgütlemek için de önemli bir olanaktır. Zira varoşlar aynı zamanda işçi sınıfının ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız kesimlerini birbirinden ayıran duvarların inceldiği, işçi sınıfın her iki kesimi arasındaki temasın en yoğunlaştığı mekanlardır. Dolayısıyla varoşlarda işçi sınıfının ayrıcalıksız kesimlerini örgütlemek isteyenler, büyük işletmelerdeki işçiler de dahil olmak üzere, sendikalı işçileri örgütlemek konusunda sendikalarda sendika bürokratlarıyla pazarlıklar yapan akımlardan çok daha büyük olanaklara kavuşacaklardır.

Sonuç Olarak

Tüm bu nedenlerden ötürü biz varoşlarda çalışmayı seçtik. Sonuç niyetine tekrarlamak gerekirse çalışma yürüttüğümüz alanı seçerken yaptığımız tercihe işçilerin ekonomik durumunun sosyolojik analizinden yapılan kaba çıkarsamalar ve genellemeler sonucunda ulaşmadık.

Nerede çalışacağımıza, politik hedeflerimize bakarak karar veriyoruz. Bugün komünist bir partiyi yaratmak için oportünistlerle en rahat hesaplaşabileceğimiz, siyasi görüşlerimizi en açık bir şekilde dile getireceğimiz, devrimcilere en rahat sesleneceğimiz alanları tercih ediyoruz. Tüm bunlardan ötürü siyasi sahnesine çıktığımızdan beri bıkmadan usanmadan varoşlarda komünist bir siyasi çalışma yürütüyoruz.

 

Paylaş