Yaşadığımız Topraklarda 1 Mayısların Kısa Tarihçesi

0

[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ Gazetesi’nin Nisan 2004 tarihli 18. sayısında yayımlanmıştır.]

Yaşadığımız Topraklarda 1 Mayısların Kısa Tarihçesi

1 Mayıs’ın uluslararası anlam ve kapsamının unutulmasının en doğal sonuçlarından biri her ülkenin kendine göre bir 1 Mayıs tarihçesinin oluşmasıdır. Böylece 1 Mayısların bir ulusal gün haline gelmesine ramak kalıyor. Hatta her ülkede ve her 1 Mayıs’ta bazı somut mücadele taleplerinin dile getirilmesi geleneği bu ulusallık vurgusunu her geçen 1 Mayıs’ta biraz daha arttırıyor. Ama her ülkenin kendi tarihinde anılacak bir 1 Mayıs’ının olması aynı zamanda her ülkenin kendine özgü bir mücadele tarihinin olduğu anlamına geliyor. Bu kavgaları enternasyonal bir kavgada birleştirmenin yolu bu tarihçeyi yok saymak değil bundan ders çıkararak aşmak olmalıdır.

1911’de Selanik’teki pamuk ve tütün işçilerinin kutladıkları 1 Mayıs’ı saymazsak; yaşadığımız topraklar üzerinde ilk 1 Mayıs gösterisi 1912’de İstanbul’da yapıldı. Sonra, 1920’li yıllarda çeşitli kentlerde Milli Mücadeleye ve Kuvayi Milli’ye destek veren antiemperyalist içerikli, daha doğrusu işgal kuvvetlerini protesto eden 1 Mayıs gösterileri yapıldı.

Şeyh Sait Ayaklanması’nı bastırmak üzere Takrir-i Sükûn kanununun çıkartılması yaşadığımız topraklarda 1 Mayısların tarihçesi açısından da önemli bir dönemeç noktası oldu. Bu baskı tedbirleri komünistler ve işçi hareketinin desteği ile önce Kürtleri vurduysa da aynı silah bir adım sonra komünistlere ve işçi hareketine yöneldi.

Bu dönemecin ardından 1 Mayıs’ın yasaklanması, daha doğrusu kah «bahar bayramı» olarak kutlanması doğrultusunda kah işçi bayramı olarak Türk-İş’in kuruluş yıldönümü olan 24 Temmuz’un kutlanması doğrultusunda baskı ve dayatmalar gündeme geldi. 1925’te Kemalist hükümetin 1 Mayıs’ı Bahar Bayramı olarak ilan etmesinden sonra, uzun zaman komünistler 1 Mayıs’ı Bahar Bayramı kimliğinden kurtarmakla uğraştı. Burjuvazi Bahar Bayramı çarpıtması yetmediğinde, kah Türk-İş’in kurulduğu günü, kah Ecevit’in elinden çıkan çalışma yasalarının kabul edildiği tarihi ulusal işçi bayramı olarak kabul ettirme yönünde kurnazlıklara başvurdu; tutmadı.

1976’dan itibaren 1 Mayıslar TKP’nin önayak oluşuyla ve DİSK’in eliyle yığınsal olarak kutlanmaya başladı. Bu yeni dönemde 1977 1 Mayısı kontrgerilla eliyle ve TKP’lilerin de zemin hazırlamasıyla 36 kişinin öldürüldüğü kanlı 1 Mayıs olarak tarihimize yazıldı. O gün bugündür Türkiye’de Taksim Meydanı devrimciler tarafından 1 Mayıs Meydanı olarak anılır ve her seferinde 1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanına çıkma hedefi özel bir anlam kazandı. 1 Mayıs’ın Kürtçesinin, Yek Gulan’ın lügatimize girişi de bu yıllarda oldu.

1978 yılı 1 Mayısı DİSK’in örgütlediği son kitlesel 1 Mayıs’tı; TKP’nin son büyük gövde gösterisi oldu; Kürtler kendi dillerinde pankart açmalarını yasaklayan DİSK’i boş pankartlarla protesto etti.

Bu 1 Mayıs’ı Boğaz Köprüsü’nün işgal edildiği, balonların uçurulduğu, sokağa çıkma yasaklı, kısmi ve korsan 1 Mayıs’lar izledi. 1980’de DİSK’in Mersin’e kaçarak kutladığı 1 Mayıs tarihçemizde hatırlanmaması daha iyi olacak olan bir ay yıldızlı kara leke oldu. Sonra 12 Eylül döneminin karanlığı çöktü; bir süre 1 Mayıs’lar, hapishanelerde, sürgünde ve «aile toplantılarında» anıldı.

1987 1 Mayısı’nda İstanbul Emek sinemasındaki kapalı salon toplantısıyla 12 Eylül karanlığı yarıldı. 1988 1 Mayısı Taksim kargaşasıyla anılara kazıldı. 1989’daki, katledilen Akif Dalcı’nın fotoğrafıyla simgeleşen 1 Mayıs oldu. 1990’daki, fabrikalardaki 1 Mayıs olarak ve özellikle Coca Cola’daki eylemle yer etti. 1991 1 Mayısı Gülay Beceren’in sakatlandığı korsan gösteriyle anıldı. 1992 1 Mayısı Sosyalist Parti’nin gölgesinde 80 sonrasının ilk yasal 1 Mayısı oldu. Bu dönemeçten itibaren devrimcilerin çoğu, 1 Mayıs’ın Perinçek’in gölgesinde geçmesindense sendika bürokratlarının vesayeti altında olmasına sessiz bir biçimde razı oldular.

Nitekim 1993 1 Mayısı bir yandan hükümetin öbür yandan muhalefetin el attığı, biri Şişli öbürü Pendik’te sendikal rekabetle ikiye bölünen 1 Mayıs oldu; devrimcilerin bir kısmı Türk-İş’in düzenlediği mitinge, bir kısmı da DİSK’inkine rağbet etti.

Nihayet tatil gününe rastlayan 1994 1 Mayısı tüm konfederasyonların ortaklaşa düzenlediği ve devrimcilerin de birlik beraberlik içinde katıldığı, küçük istisnalar dışında düzene uygun geçen bir 1 Mayıs olarak kayda geçti; bu 1 Mayıs’ta Enternasyonal Marşıyla İstiklal Marşı birbirine karıştı.

95’ten 2000’e 1 Mayıslar

Asıl Dönüm Noktası: 1995 1 Mayısı
Gazi Ayaklanması’nın ardından ve onun rüzgarını arkasına alan devrimcilerin öne çıktığı İstanbul/Kadıköy’deki 1995 1 Mayısı 12 Eylül sonrasının ilk görkemli 1 Mayıs mitingi olarak gerçekleşti.

1995 1 Mayısı yoğun bir gündemle gelmişti. Bir yanda, Gümrük Birliği anlaşması, Irak çıkarması, Urfa Tüneli’ne su verilmesi; bir yanda pişmanlık-ispiyonluk çağrılarının arkasına saklanan «demokratikleşme» paketi vardı. Sendika bürokratları ise «1 Mayıs’ı 30 Nisan’a mı alsak, salona mı kapasak» diye tartışıyorlardı. O sırada gündeme gelen «emeklilik tasarısı» sayesinde «işçiyi sokağa dökeriz» diye celallenme fırsatı bulan sendika bürokratları, hükümet üzerinde baskı uygulamak için 1 Mayıs’tan yararlanmayı akıl ettiler. 12 Eylül sonrasındaki ilk ve en sert karşı çıkışlarıydı bu.

Öte yanda, 1 Mayıs’a grevsiz toplu sözleşmesiz sendikaları olmaksızın giren kamu çalışanları hala dinamizmlerini kaybetmemişlerdi. Gerilla savaşında ve kendi topraklarında örselenmiş olmakla birlikte, sürgündeki parlamentonun açılışıyla yeni bir diplomatik atağa kalkan Kürt hareketi metropollerde de atağa kalkma hazırlığı içindeydi. Enflasyonun altında toplu sözleşmeye hazırlanan sendikalı işçiler de daha önceki 1 Mayıslardan fazla bir katılım sağlamıştı. Legal particiliğin üçüncü dalgasını yükseltme hazırlığı içindeki müzmin popülistler (DY ve TDKP) kendi tarihlerinin bu önemli dönemecine kalabalık bir kitleyle gelmişti.

Nihayet Mart ayında Gazi Mahallesi’ndeki küçük çaplı ayaklanmayla kendini belli eden işçi sınıfının görünmeyen kesimleri ile içi içe bu ayaklanmada şu ya da bu biçimde yer aldıkları gibi buradan taze bir rüzgar almış devrimci güçler diri ve kalabalık kortejlerle alana koştular.

Devrimciler polis barikatlarına takılmadı; bir kısmı kürsüyü işgale yöneldi; güya ev sahibi konumunda olan sendika bürokratları ile reformistler kaçmayı tercih ettiler. Bu 1 Mayıs bir sonrakinin habercisi oldu.

Nitekim 1996 1 Mayısı 1995’teki çizgiyi kalınlaştırarak sürdürdü. Devrimciler daha coşkulu, kararlı ve kalabalık bir biçimde alana geldiler. Reformistler de adeta bir boy ölçüşmeye hazırlanmak üzere bir önceki yıldan daha hazırlıklı ve kalabalık olarak alana gelmişlerdi; sendikalar ise sanki olacaklardan haberliymiş gibi daha cılız ve pasif bir tablo sergiliyordu. Zira sınıf düşmanı da bir önceki 1 Mayıs’tan kendine göre ders çıkarmış ve bu tabloyu bozup bir provokasyonla devrimci hareketi geriletmeyi hesaplıyordu. Üst arama bahanesiyle devrimcilerin kortejlerine müdahale girişimi sert bir direnişle karşılık gördü; mevzilenmiş vurucu timler değişik aşamalarda bu direnişi ateşle önlemeye yeltendiler onlarca yaralı ve üç ölüye rağmen kitleyi durduramadılar.

1977 provokasyonunda ölenlerin bir çoğu panik ve kaçışma sırasında kitlenin birbirini ezmesiyle ölmüştü. 1996’da saldırı kaçışmadan çok öfke ve karşı saldırıyla yanıt gördü; örgütlü ve planlı bir biçimde yönlendirilemeyen bir isyana dönüştü. Liberallerle devrimcilerin alanda net bir biçimde ayrıştığı 1996 1 Mayısı devrimci hareketin 12 Eylül sonrasında ulaştığı bir doruk noktası oldu. Bu dönemeci izleyen iki yıl boyunca devrimciler 1 Mayıs’lara hep o doruk noktasına yeniden ulaşma hedefiyle yaklaştılar. Ama ne 1997’deki ne de onun bir adım ilerisine geçtiği halde 1998’deki 1 Mayıs’larda bu doruk noktası bir daha yakalanamadı.

Nitekim 1 Mayıs’ta düşenlerin cenazeleri bile düzenin saldırılarına alandaki kitlesellik ve coşkuyla verilen bir yanıt olarak öne çıkan eylemlere dönüşmedi. 1996 çizgisini yakalama arayışı 1999 1 Mayısı’ndan itibaren gündemden düşecekti.

Bu süreçte 1997 1 Mayısı «1996’nın gerisine düşmeme» çizgisi üzerinde buluşan devrimcilerin eylem birliğine sahne olmuşsa da, bir yandan sendika bürokratları ve liberal solcuların basıncı öte yandan düzenin saldırılarının kıskacı altındaki devrimciler tereddütlü davrandılar; alanı iki kürsü iki 1 Mayıs biçiminde bölme imkanı olduğu halde, polis barikatının böldüğü eksene göre iki 1 Mayıs tablosunun çıkmasını önleyemediler. Sonuçta hem aynı alanda iki ayrı 1 Mayıs eylemi oldu; hem de bu ayrışma liberallerle devrimcilerin 1996’daki gibi net bir biçimde ayrışmasına hizmet etmedi. Daha kötüsü, devrimciler ve işçi sınıfının en devrimci ve dinamik kesimleri yine ezici bir çoğunluk oluşturduğu halde, 1996’dakinin aksine bu kez bu tablo net bir biçimde ortaya çıkmadı.

1998 8 Martı’ndan itibaren yükselen radikal kitle eylemleri, liberallerle devrimci akımların net bir biçimde ayrışmakta olduğunun işaretini bir kez daha gösterdi. Bu tabloyu 1 Mayıs alanına yansıtma iradesi devrimciler arasında kendini göstermeye başladı. Ama tam bu noktada, 1998 1 Mayısı arifesinde komünist devrimciler yalnızca sendika bürokratları ve onların dümen suyundaki liberal akımları birbirlerinden ayırt etmenin yetmeyeceğini, devrimci akımlar içindeki liberal damarın da ayrıştırılması gerektiğini vurgulamak zorunluluğunu hatırlattılar. İstanbul’da 1 Mayıs 1998 devrimcilerin bir tarafta, resmi 1 Mayıs mitingini düzenleyen ve bu davete icabet edenlerin bir başka kürsü etrafında toplandığı iki ayrı miting biçiminde gerçekleşti. Polisin saldırısı devrimcilerin direnciyle karşılaştı; çatışmalar Okmeydanı’nın içine kadar yayıldı.

1999 1 Mayısı’nı dünya çapında ve kitlesel bir mücadele gününe dönüştürmek elbette mümkün değildi. 1996 1 Mayısı’nda bir doruk noktasına ulaşıp o günden beri bir türlü aynı atılım düzeyini yakalayamayan, tersine neredeyse her yıl bir adım daha geri düşen devrimci hareketi diriltecek dürtüyü vermek de hayaldi. Ama 1 Mayıs 1999’u bu yöndeki hazırlık faaliyetinin önemli bir sıçrama noktasına çevirmek mümkündü. «Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!» «Yaşasın Komünistlerin Birliği!» şiarlarıyla alanlara yürüyen komünistlerin hedefi de buydu. Bu maksatla geniş yığınlara müdahale etmek, sınıf mücadelesinin dengelerini değiştirmek, devrimci hareketin yönünü belirlemek gibi iddiaları olmayan komünistler 1 Mayıs 1999’da yanlış yerde durmamayı ve öne çıkarılması gereken şiarları 1 Mayıs alanına taşıyıp bunların arkasında durmayı önemsiyorlardı; öyle yaptılar. Devrimci akımlarla ve Kürt yığınlarıyla yan yana durmak ve bugün sosyal-şovenizm kılığında kendini göstermekte olan liberalizmle ayrım çizgilerini çekip şoven Türk milliyetçiliğini lanetlemek gerekiyordu; bunu en net bir biçimde ifade ettiler. Bunu yaparken üst aratmayı bahane ederek 1 Mayıs’ta siyasal bir tutumu somutlamaktan kaçınan devrimci lafazanlarla da ayrım çizgilerini çekmiş oldular. 1999 1 Mayısı KöZ pankartının açıldığı ilk 1 Mayıs oldu.

Bir yıl sonra, 2000 1 Mayısı’nda komünistlerin birliğini savunanların bu oportünistlerin eksilmesiyle küçülmediklerini aksine taze ve yeni güçlerle bayraklarına daha sıkı sarıldıklarını ve 1 Mayıs alanlarında yer aldıklarını dost düşman herkes gördü. Ne var ki, komünistlerin birliğini savunanların 1 Mayıs alanlarına bu alanlarda reformizmin ve liberal tasfiyeciliğin etkisini kırma iddiasıyla çıkmadıkları, böyle bir iddianın arkasında duracak güçte olmadıkları da apaçık meydana çıkmıştı. Nitekim bu iddiayla oraya gitmiş değillerdi. Aksine 2000 1 Mayısı’nın «uslu 1 Mayıs» olacağını önceden tespit ve ilan etmiştiler. 2000 1 Mayısı’nda reformistlerin ve sendika bürokratlarının bayram edeceklerini önceden görmüş ve bu sağa savrulmayı önleyecek bir devrimci iradenin mevcut olmadığını da teslim etmiştiler. Zira devrimci akımlar 1995-1998 sürecindeki çabalarına rağmen kendi üzerlerindeki liberal etkilerden kurtulamamış, hatta bu eğilimlerin kendi içlerine sızmasına da engel olamamışlardı. Bu yönde bir devrimci irade olmadığı halde, sözümona “yükselen işçi hareketi” ve Seattle, Davos semalarından esen rüzgarlarla reformizmin ve sendika bürokratlarının önünü kesebileceklerini sananlar da fena halde hüsrana uğradılar. Bu yönüyle 2000 1 Mayısı 1995 ile birlikte açılan bir yeni dönemin kapanışının resmen tescil olduğu bir dönemeç oldu.

Hem PKK’nin yeni yönelişi ile birlikte ivme kazanan liberal savrulmanın boyutunu hem de attıkları adımların ölçüsünü bilen komünistler, bu tabloyu değiştirecek bir gücün mevcut olmadığının bilinciyle 2000 1 Mayısı’na son derece mütevazı ve asgari hedeflerle, bu tablonun mevcut güçler dengesinde bozulamayacağının bilinciyle katılmışlar ve isabetli bir tutum benimsemişlerdir.

Ama genel siyasal tabloyu etkilemeyecek bir ayrıntı olmakla birlikte, daha dar bir boyutta komünistlerin izledikleri çizginin isabetli olduğu da 2000 1 Mayısı ve onu izleyen gelişmeler vesilesiyle bir kez daha görülmüştür. Hem tasfiyeci ve oportünist eğilimlerin devrimci parti güçlerinde ne kadar ciddi bir hasara yol açtığı ve düşman karşısında ne kadar vahim zaaflara neden olduğu meydana çıkmıştır. Hem de komünistlerin birliği perspektifini savunanların oportünizmle uzlaşmaz bir ayrım çizgisi çekme konusunda ne kadar isabetli bir tutum aldıkları da 2000 1 Mayısı’nın aynasında görünmüştür. Geniş işçi yığınlarını ve genel anlamda devrimci hareketi ilgilendiren bir sorun olmamakla birlikte, bu durum komünistlerin birliğini savunanların benimsedikleri çizgiye bir kat daha güvenle bağlanmalarına ve sahip çıkılması gereken mirasla onun kabuğu arasındaki farkları daha çıplak bir biçimde görmelerine imkan vermiştir.

2001’den Bugüne…

2001 1 Mayısı’na giderken, iki yıldır kendini belli eden geri çekilme eğilimi daha da vurgulu bir biçimde öne çıkmaktaydı. Hem Kürt hareketinin yeni yönelişi ile, hem de zindanlardaki direnişlerin akıbeti ile ivmelenen geri çekilme eğilimi bir de sermayenin krizi ile kamçılanıyordu. 2000 1 Mayısı «uslu 1 Mayıs» olmuştu. Reformistlerle sendika bürokratlarının bayram etmesine vesile olmuştu.

2001 1 Mayısı’nın nasıl bir güçler dengesinde geleceğinin ilk ipuçları da daha yıl başından itibaren belli olmuştu. Zindanlardaki devrimci tutsaklara yönelik saldırılara karşı mücadele, zindan duvarlarının arkasında ne kadar özverili ve militan bir karakter taşıyorsa, dışarıda o kadar büyüyen bir suskunlukla karşılık buluyordu. İçerisi ile dışarısı arasında, devrimcilerin bütün gayretlerine rağmen aşılamayan bir uçurum vardı adeta. Deyim yerindeyse, F Tipi uygulamasına karşı en militan tutumlar F Tipi duvarlar arkasında tecrit edilmişti. Öyle ki, dışarıdaki suskunluğu yırtma konusundaki atılımlara girişenler de kendilerini F Tipi tecrit koşullarında bulmaktaydı.

O zaman KöZ’ün arkasında duran komünistler «Bu karamsar tablo, devrimcilerin değiştirmekle yükümlü olduğu nesnel durumun ta kendisidir. Ancak bu yönde somut ve sonuç alıcı adımlar atabilmek için liberallerin giderek düzen güçlerininkiyle aynılaşan söylemlerinden uzak durmak ne kadar gerekliyse, aynı tabloya pembe gözlüklerle bakmaktan kurtulmak da o kadar önemlidir. Bu gerçekliği değiştirebilmenin en önemli koşullarından biri, o gerçeğe dümdüz bakma cesaretini gösterebilmektir.» dedi. Ama 2001 1 Mayısı’nda devrimci hareket bunun nesnel imkanları mevcut olduğu halde 97, 98’deki 1 Mayıs eylemlerinde olduğu gibi ortak bir iddia ortaya koyamadılar. 1 Mayıs alanını zindan direnişleri ile dayanışma içinde olanlar ve bundan kaçınanlar biçiminde bölmenin koşulları vardı ama bu koşulları değerlendirebilecek, böyle bir toparlanmaya öncülük etme cesaretini gösterecek bir özne de yoktu.

Bununla birlikte, reformist partilerin ve kimi devrimci çevrelerin 2001 1 Mayısı’nda işçi sınıfının kriz gündemiyle alanları dolduracağı, alanlardan işçi sınıfının krizin faturasını ödemeyi reddedeceği mesajının verileceği beklentisi de hüsrana uğradı. «İşçi sınıfı Dervişlere yanıtını 1 Mayısta verecek» diyenler de, «krizin faturası kapitalistlere» diyenler de 2001 1 Mayıs alanında kendi taşıdıklarından başka bu şiarları dile getirecek işçi bulamadılar. Güya Davos’tan Seattle yahut Cenova’dan estiği iddia edilen rüzgarların da bir faydası olmadı.

2001 1 Mayısı’nın bu çelişkili görüntüsü bir biçimde bir yıl sonraki 1 Mayıs eylemlerine de yansıdı. 2002 1 Mayısı hem 96 1 Mayısı’ndan sonra gerçekleşen en kitlesel 1 Mayıs olarak tarihte yerini aldı. Hem de 2000 yılındaki tabloya rahmet okutan bir karnaval havasına büründü. Oysa 2002 1 Mayısı’na da tıpkı bir önceki 1 Mayıs’a hakim olan bir atmosferde girilmişti. Bir yandan artarak devam eden kapitalist saldırılar, bir yandan hala çözülmeyi bekleyen zindan direnişleri ve buna ek olarak da İsrail’in Filistin işgali… Bu çerçevede karşılanan işçi sınıfının birlik, mücadele ve uluslararası dayanışma günü olan 1 Mayıs bu sorunlardan hiç birine devrimci bir yanıt olamadı. Gündemdeki sorunların ağırlığına rağmen bir karnaval havasına bürünen bu uluslararası mücadele gününden memnuniyet duyanların düzen güçleri olacağı da açıktı. Her ne kadar sendikaların altı boşalmış olsa da, liberal partiler tüm patırtılarına ve şaşalı hazırlık faaliyetlerine rağmen bekledikleri kitleyi alanda kendi pankartları altına taşıyamamış olsalar da; 2002 1 Mayısı’nda “kötü” bir sürprizin ortaya çıkmaması en çok bu kesimleri ve dolayısıyla egemenleri sevindirdi. Halbuki sınıf hareketinin giderek dibe vurmasına inat, krizin artan etkisi ile ayrıcalıklılarla ayrıcalıksız işçiler arasındaki duvar gittikçe incelmekteydi. Bunun en bariz göstergesi ise sendikaların güçsüzlüğüne, reformist partilerin tabansızlığına rağmen yine de 1 Mayıs alanına on binlerce işçi ve emekçinin akmasıydı. Öte yandan alanı dolduran kitlenin büyük bir çoğunluğunun HADEP kortejini oluşturan Kürt emekçileri olması bu kesimlerin içinde tüm düzen içi taleplere rağmen devrimci bir dinamiğin varlığına ve ciddi bir politikleşmeye işaret etmekteydi. Tıpkı daha önceki 1 Mayıs’larda olduğu gibi, 2002 yılında da da kitleyi alana taşıyanlar devrimciler oldu ama devrimciler buna rağmen alana kendi damgalarını vuramadılar; karnaval görüntüsünü bozamadılar.

2003 1 Mayısı’na ise ABD’nin Irak’a saldırısının ve buna karşı yükselen antiemperyalist tepkilerle şoven ve sosyal şoven tutumların birbirine karıştığı bir süreçte gidildi. 1 Mayıs’a doğru, özellikle savaş karşıtı eylemler; şovenist dalganın devrimci siyasetleri nasıl da girdabına aldığını gösteriyor ve bu sorunu öne çıkartıyordu. Düne dek burunlarının dibindeki savaşa, bu denli ses çıkarmaya yeltenmeyenler; birdenbire Irak’ın ırak olmayışından dem vurmaya başlamıştı. Bölgede komünist bir öznenin halihazırda olmayışının da etkisiyle, birden bire katil Saddam mazlum olmuş, cani ABD’ye karşı tutulacak gariban olarak görülmeye başlamıştı. Bu dalgada Kürtlerin özgürleşmesinden, bunun yollarından bahseden çıkmadığı gibi, tam tersi vurgulara yadırganmadan başvurulduğuna tanık olduk. Apo yakalandığında ona yapıştırılan yafta, şimdi Barzani ve Talabani’ye de vuruluyordu; gelinen noktada devrimcilerin kendi eksiklerini ortaya koymaları gibi bir tutuma rastlanmıyordu.

Komünistlerin parti birliğini savunanlar, 2003 1 Mayısı’na giderken bu durumun farkında olarak ve sosyal şovenist etkiye karşı bir duruşu ortaya koyma amacıyla gittiler. 1 Mayıs alanında «Düşmanın Geleceksizdir, Ona Güvenme» diyen Seyit Rıza’nın sözünü; «Emperyalizmin Savaşı da Barışı da Sömürüdür, Zulümdür» sözüyle birlikte yazan pankartımızı bu yüzden en önde tuttuk. Zindan direnişlerinin hala gündemde olduğunu unutmadan ve tecriti sadece İmralı’da görenlere inat “Devrimci irade teslim alınamaz!” pankartını da taşıdık. «Tutsaklara özgürlük savaşan işçilerle gelecek, içerde dışarda hücreleri parçala, devrimciler ölür devrimler sürer» sloganlarını dile getirdik. Bu günün ardından şu değerlendirmeyi yapmıştık:

“Önceki yıla göre aldığımız mesafe; bu anlamıyla bizim için ferahlatıcı değil, kamçılayıcı bir unsurdur. Bu yıl kortejimizin bize gösterdiği; her yıl biraz daha yaptıklarımızdan öğrendiğimiz; ısrarla tutunduğumuz kesimlerin örgütlenmesinin zor ama mümkün olduğu ve bu yöndeki çabaların daha inatçı bir biçimde sürdürülmesi gerektiğiydi. Geri çekilme döneminde, sınıfın bağrında tutunamayanların, tasfiye rüzgarlarına kapılacağını biliyoruz. Yaşadığımız topraklarda, işçi sınıfını halihazırda kavrayan, anlayan ve onun anlayabileceği araçları, dili yakalayan bir siyasal harekete ne denli ihtiyaç duyulduğunu görüyor, hissediyoruz. 1 Mayıs alanına, bu sorumluluğu üstlenmek için yola çıkıldığını göstermek üzere gittik. Gelecek yıl, bu anlamıyla hem kendi kendimizi sınayacağımız, hem de dışımızdaki güçlerin bizi sınayacağı bir dönem olacak.”

2004 1 Mayısı’na giden süreçte de bu bilinçle hareket ettik. Gerek yerelliklerdeki eylemlerde geçmişe kıyasla daha inisiyatifli ve atak davrandık. Yerel seçimlere bu bilinçle önceki seçimden farklı bir gözle ve gayretle müdahale ettik ve bunları 2004 1 Mayısı’nda sorumluluklarımızın artacağı bilinciyle yaptık.

Beri yanda da özellikle seçimlerde Kuzeyli Kürtleri diğer parçalardaki kardeşlerinden koparmak ve kemalizmin kuyruğuna takma yönündeki planlar yol almaktaydı. Buna karşılık güya bu planlara karşı çıkma niyetiyle hareket edenler gündemi antiemperyalizm adına kemalizme kapıları pencereleri açık bırakan bir ABD karşıtlığı çizgisine çekmekteydi.

2004 1 Mayısı yaklaşırken işçi sınıfının uluslararası mücadele günü vurgusunu dillerinden düşürmeyenlerden bazıları şimdi 1 Mayıs’ı 23 Nisan 19 Mayıs gibi şovenizmin yükseldiği resmi bayramların arasına karıştırmaktan utanmıyor. Böyle bir arsızlığa tevessül etmeyecek kadar haysiyeti olan devrimciler arasında ise buna karşı net ve sert bir tutum alanlar ender. Nitekim 2004 1 Mayısı yaklaşırken, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan bu günün özüne aykırı bir şovenizm dalgasının kabardığı sır değildir. Bugün açıktan açığa Kürt düşmanı olan şoven milliyetçiler salyalarını saçarak kol geziyor; ama onların önüne barikat oluşturması gereken devrimciler ise bu dalgaya cepheden karşı çıkmıyor. Bu dalgaya karşı çıkmanın yolu «emperyalizmi Ortadoğu’dan kesin olarak kovmanın koşulu emperyalizmin bölgedeki temel dayanakları olan ve aynı zamanda Kürtleri tutsak eden devletlerin parçalanmasıdır» fikrini öne çıkarmakla başlar. Emperyalizmin ve onun yerli uşaklarının baskısı ve sömürüsü altında olan bölge halkları, Kürtler özgürlüklerini kazanamadan özgürleşemeyecek, emperyalizmin sultasından da kurtulamayacaktır.

Bu nedenle 1 Mayısı antiemperyalist bir mücadele gününe dönüştürelim fikrinde samimi olanların yapmaları gereken «Ortadoğuya özgürlük ve barış, Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesiyle gelecek. Kürtler özgürleşmeden Ortadoğu halkları özgürlüklerine kavuşamayacak» fikrini öne çıkarmak gerekiyor.

KöZ’ün arkasında duran komünistler bu bilinçle 2004 1 Mayısı’nın aynı zamanda şovenizm ve sosyal şovenizme karşı mücadelenin yükseltildiği bir mücadele günü olması için gayret edecekler. 1 Mayıs alanında ezen ulus milliyetçiliğine teslim olanlarla buna karşı çıkanların ayrışması için mücadele edecekler.

Paylaş